9 Şubat 2012 Perşembe

CİN ve ŞEYTAN KÜLTÜ YAHUDİLERİ GREK DÖNEMİ

Grek  Dönemi- M.Ö.333-63- 

 (270 yıl) M.Ö.332’de İskender III.Darius komutasındaki Persleri günümüz Çanakkale / Biga’da bozguna uğratınca bu bdefa Yahudilerin başına yeni bir imparatorluk gücü geldi. Mısır’a Grek generali Ptolemaios’u genel vali olarak atayan İskender, burada 300 yıla yakın sürecek bir hanedanı başlattı. Eski imparatorluk, doğunun hoş görülü idaresini sağlamıştı ama bu defa gelen Makedonyalı yani Batılı bir güçtü ve de baskıcıydı. Halklara Grek dini dayatılmıştı ve özellikle Filistin dışındakiler tamamıyla Grek dilini konuluşur hale gelmişlerdi.
Çünkü, Yahudilerin kurtarıcı kekeme peygamberi Musa’nın dönemi olan M.Ö. 1100’lerden görkemli Yahudi tarihini oluşturan Davut ve Süleyman dönemi olan M.Ö.1000-900 yılları arasında ve sonrasında da Yahudilerin asla “bağımsız” olmadıklarını gösteren bu tarihi kayıtlardan sonra, Roma ve Bizans dönemlerini anlatmaya gerek yoktur. Çünkü Yahudi iddialarını kendi koydukları tarih yalanlamaktadır.http://books.google.com.tr/books?id=Dkr7rVd3hAQC&printsec=frontcover&dq=Reading+the+Pentateuch:+a+historical+introduction&hl=tr#v=onepage&q&f=false

Bu tarihi bilgilerin ışığında asla “bağımsız ortamda asla yaşamamış” olan Yahudilerin bağımsızlık şartlarında yazılmamış bir Tevratın doğruluğu aklı selim insanlar için tartışmalıdır.
Nurbakış Rahimzade’nin “İran Kültürünü Doğru Tanıtma” amacıyla kurulmuş olduğu belirtilen, “İran Chamber Society- İran Oda Topluluğu” İnternet sitesinde yazdığı  “Zarathushtra; First Monotesit Prophet- Zerdüşt, İlk Tektanrıcı Peygamber” başlıklı yazısında Yahudi peygamberlerinin doğum tarihlerini vermektedir.
“Bir kıyaslama yaparsak, Tevrat’a göre Âdem M.Ö.3761’de, Nuh, M.Ö.2705’de, İbrahim M.Ö.1815’de, Musa M.Ö. 1392’de doğdular…”

Bu bilgiye göre M.Ö.2300’lerde Akad’ların Sümer devletlerini yıkmalarından yaklaşık 500 yıl sonra İbrahim doğmuştur.  Akadları İran’lı Medler, Medleri de Elamlılar yıkmıştır. Bunlardan sonra ortaya çıkan İsin, Larsa ve Babil şehir devletlerinden oluşan Babil medeniyeti ortaya çıktı.

Babil M.Ö.2000’lerden itibaren devlet olarak ortaya çıkmış, görkemli dönemine M.Ö1770’lerde Hammurabi döneminde Elam idaresine son vererek ulaşmıştır. Bu durumda İbrahim peygamberin Sümer’li mi, Akad’lı mı, Persli mi, Babil’li mi, Hititli mi olduğu da tartışmalı duruma düşmektedir.
Ancak Babil idaresinde doğduğu kesindir.
Çünkü, Hammurabi’nin ölümünü Babil medeniyetinin Hitit, Kassit, ve Hurri işgalleri takip etmiştir. Tevrat’ta eşi Sara’ya mezar yeri olarak Makpela Mağarasını satın almak isteyen peygamber İbrahim’e Hititli komutanlar “kendisinin bir bey olduğunu ve ücretsiz olarak istediği yere eşini gömmesini” söylerler.

M.Ö.1815 olarak İbrahim’in doğum tarihini aldığımızda,175 yıl yaşadıktan sonra İbrahim öldüğünde yıl M.Ö.1640’lara işaret eder (Yar-25;7). İshak, doğduğunda babası İbrahim “100” yaşındaydı(Yar.21;5). İbrahim “175” yaşında öldüğünde İshak “75” yaşındaydı. İshak “180” yaşında öldüğünde (Yar.25;38) İbrahim’in ölümünden “105” yıl geçmişti ve yıl M.Ö.1535’tir.

Yakup (İsrail) doğduğunda İshak “60” yaşındaydı (Yar.25: 26 ), İshak öldüğünde de Yakup “120” yaşındadır.

Yakup “147” yaşında öldüğünde  (Yar-47;28) İshak’ın ölümünden sadece “27” yıl geçmiştir tarih “M.Ö-1508” dir.

Ancak, Yakup/İsrail ile Yusuf arasındaki yaş farkının hesaplanmasında Tevrat açık bir ifadede bulunmamıştır. Bu yüzden biraz Tevrat içinde tahkikat yapılması gerekti.

Esav’ın (Yar.26: 34) “kırk-40” yaşında Hititli Beeri’nin kızı Besematla evlenmesinin geçtiği ayeti hemen İshak’ın Yakup’u peygamber olarak kutsamasını anlatan sure takip etmektedir. Yakup da Esav ile ikiz olduklarından aynı yaştadırlar. Bu olayı Yakup’un peygamber olarak kutsanmak için, deri giyerek kör İshak’a kendisini Esav gibi gösterip kutsatmasıyla yaptığı hile yüzünden korkup dayısı Lavan’ın yanına kaçması takip eder.
Yakup, dayısının mallarıyla zengin olması yüzünden yeğenlerinin saldırabilecekleri korkusuna dayalı “ölüm korkusu” yaşamaya başladığında, “tanrının buyruğu üzerine” evlilik ve kölelik dönemine son verip, dayısından ve oğullarından gizlice malı yükleyip kaçarken yolda yakalandığında (Yar.31: 38) yirmi yıl (20) dayısına hizmet ettiğini söyler. Bunu da tartışma uzadığında bu süreyi “iki kızı için “14” yıl, sürüsü için de “6” yıl (Yar.31: 41) olarak açıklar. Bu olay önceki ayetlerde de açıkça yer almaktadır.
Bu olaydan kısa bir süre önce de küçük oğlu Yusuf Rahel’den yeni doğmuştur ve baba ocağına geri dönerken ağabeyi Esav ve askerleriyle karşılaşan Yakup/ İsrail korkar.

Ağabeyi Esav ile konuşurken ona destek olmak için yanına gelen karısı Rahel’in yanında Yusuf’un da yürüdüğü yazılıdır (Yar.33: 7).
Yakup “40” yaşında evden kaçtığına göre, “20” yıl da dayısına kölelik ettiğine göre dönerken “60” yaşlarındadır. Yusuf da “5-10” yaşları arasında olmalıdır.
Çünkü Yusuf’un yaşının babası Yakup ile arasındaki farkı bulmamıza bu ayetten başka bir delil yoktur.

Yakup kıtlık yüzünden Mısır’a Yusuf’un yanına geldiğinde Firavun’u da kutsadığında, Firavunun sorusu üzerine yaşını söylemeye çalışırken sadece “gurbette” geçen yıllarının (Yar.47: 9) “130’u” bulduğunu söyler.
“40” yaşından sonra gurbete çıktığına göre Yakup Mısır’a geldiğinde (40+130= 170) en az “170” yaşlarındadır.
Mısır’daki hayatı da (Yar.47: 28) “17” yıl sürdüğüne göre Yakup-İsrail (170+17=187) “187” yaşında ölmüştür.
Bu arada Tevrat’ı yazan rahiplerin de “matematiğin temeli” olan “toplama” işlemini bile bilmediklerini ve (Yar.47: 28) ayette “147” yaşında öldüğünü belirterek en az “40” yıllık bir hata yaptıklarını da keşfetmiş olduk.

Yusuf’un doğduğunda Yakup’un yaklaşık “55- 60” yaşlarında olduğunu tespit ettiğimize göre, babası Yakup öldüğünde, Yusuf’un yaşı (187-60=127 veya 132) dir. Oysa Tevrat (Yar.50: 22 ve Yar-50:26) da Yusuf’un “110” yaşında öldüğü yazılıdır.

Tevrat Yakup’un ölümünden sonra Yusuf’un Mısır’da (Yar.50: 23) oğlu Efrayim’in “üç göbek” çocuklarını gördü” diyerek, babasından sonraki ömrü hakkında bilgi vermektedir. 170 yaşındaki peygamber Yakup/ İsrail, Mısır’ın “köle bakanı/ veziri” olmuş oğlu Yusuf’un daveti üzerine Mısır’a oğlunun ayağına geldiğinde, Yusuf’un çocuklarını kutsamıştı. Çocuklar ayette tarif edildiğine göre “2-3” yaşlarında (Yar.48: 12) kucak çocuklarıdır. İsrail “17” yıl yaşayıp öldüğünde çocukların yaşları muhtemelen “19-20” arasındadır ve o zamanlar erken evlilik yaygın olduğundan Yusuf muhtemelen “dede” olmuştu. Torunlarının çocuklarının olması için de en az “15-20” yıl gerekmektedir ki ayette geçtiği gibi Yusuf “üçüncü göbek” nesillerini görsün.
Tevrat’ın yazdığı gibi Yakup 147 yaşında öldüğünde Yusuf, 147-60=87 yaşındadır. Tespit ettiğimiz gibi “40” yıllık farkı da eklersek Yakup 187 yaşında ölmüş ve Yusuf “127” yaşındadır. Eğer, Esavla Yakup karşılaştığında Yusuf “10” yaşındaysa bu defa yaşına “5” yıl daha ekleneceğinden “132” yaşındadır.

Yusuf’un Yakup’tan sonra ayette yazdığı gibi “üç göbek nesil” görmek için “20” yıl geçmesinin yeterli olacağını varsaydık ki bu durumda Yusuf’un en erken “147 veya 152” yaşında öldüğü ortaya çıkmaktadır.
Yakup’un’un ölüm tarihinden sonra Yusuf’un yaşadığı “20” yılı hesaba kattığımızda;1468-20=1448’i Yusuf’un ölüm yılı olarak tespit ediyoruz.

İbrahim’den Yusuf’a peygamberlerin kronolojik tarihlerini şöyle çıkarabliriz;
Tarihler Milattan Öncedir-M.Ö;

İbrahim 1815’de doğdu, 175 yıl yaşadı 1640’da öldü
İshak,    1715’de doğdu,180 yıl yaşadı        1535’de öldü
Yakup,  1655’de doğdu 147 yıl yaşadı       1508’de veya 187 yıl yaşadı 1508-40=1468’de öldü
Yusuf,  1600-1595’de doğdu 1468’de Yakup öldüğünde 127-132 yaşlarındaydı. Ayette geçen “üç göbek nesline “20” yıl versek en erken “152” yaşında M.Ö.1448’de ölmüş olması gerekiyor. Oysa Tevrat’ta 110 yıl yaşadığı yazılmaktadır. Öyle olmadığını da gene Tevrat’tan öğrendik.

Yusuf’un öldüğü tarih te 1448 olarak tespit edildiğine göre buna  “400” yıl Mısır’da kölelik döneminin sona erdiği (Yar.15: 13) tarih “M.Ö.1048’e” gelir. Mısır’da en az bir yüz yıllık Yahudilerin özgür yaşadığı dönemi de düştüğümüzde M.Ö.948’e geliriz.
Çünkü ayette Mısır’a “70” kişi (Yar.46: 27) gelen Yahudilerin nüfusunun Mısırlıları geçmesiyle köleleştirilmeleri (Çık.1: 9) anlatılır. Yetmiş kişilik Yahudi kabilesinin nüfusunun Mısır Nüfusunu tehdit etmesi için aslında en az 400 yıl gibi bir süre uygun olabilir. Aksi halde yüz yılda Yahudilerin Mısır’ın nüfusunu geçmesi hayal bile edilemez Azınlık kalan Mısırlıların çoğunluk haline gelmiş Yahudileri nasıl köleleştirdikleri de ayrı bir sorundur.
Ama biz gene kutsal kitabı “fazla yalancı çıkarmamak için” yeterli bulalım ve yüz yıl da özgürlük dönemlerini düştüğümüzde Musa’nın doğum tarihini M.Ö.948 olarak belirledik, “80” yaşında da “peygamber olduğu bildirildiğine göre M.Ö.868 yılı Musa’ya Peygamberliğin geldiği yıl, Mısır’dan çıkış yılı da “18” yıl alsa muhtemelen M.Ö.850’dir.

45-Yahudi peygamberi Süleyman'ın yaptığı iddia edilen 
Allah'ın Evi ya da Süleyman Tapınağı.
Bu da Mısır’ın Libya işgalinde geçirdiği döneme karşılık gelmektedir. Yani Mısır’da bu tarihlerde en az yüz yıldır “firavun” yoktur ve yüz yıl daha da olmayacaktır.

Bu tarih de Tevrat ulemalarının Musanın doğumu olarak iddia  ettikleri tarih olan “1392” olduğuna, bizim hesaplarımızla ulaştığımız tairihin de “948” olduğuna göre “1392-948=444” yıllık büyük bir fark demektir

Musa’nın Yahudileri bu M.Ö.850’de Libya işgali varken çıkarması mümkün olamaz. Çünkü kavga edece tanrıya “inat yapılacak bir firavun yoktur(!).

Böylece sadece İranlı yazar Nurbakış Rahimzade’nin de başka araştırmacılardan yaptığı tespitlerinin değil, gördüğümüz gibi Tevrat rahiplerinin yazdığı Tevrat’ın bile Tevrat gerçekleriyle uyuşmadığı ortadadır.

Alman Tevrat metinleri bilgini Julius Wellhausen’e göre Davut peygamber M.Ö.1000 yılında Kudüs’ü başkent ilan etti ve tapınağı yapmadı. Oğlu Süleyman Tevrat’ta geçtiği gibi tapınağı inşa etti. Davut zamanında ilk dini ilahiler yazılmaya başlanıldı ve “Tanrı Yahve” ilahisi bu zaman yazıldı ve tanrı “insan karakterinde” tanımlandı.

Tevrat’ın Krallar I. Bölüm 1.ayette; “Yahudilerin Mısır’dan çıkışlarının 486.yılında kral Süleyman tanrının tapınağını inşa etti” demektedir. Bu ayete göre hemen hesaplayalım; M.Ö.850’de Yahudilerin Mısır’dan çıkışlarını aldığımızda, 850-486=364 yani M.Ö.364 yılına geliriz ki bu da Pers dönemine denk gelir. Bu tarihte “bağımsız Yahudi devleti” olanaksızdır. Zasten Tevrat da Pers döneminde böyle bir şey olmadığını yazar. Sorun Tevrat rahiplerinin yazdığı Tevratın kendi yaetlerinden yaptığımız hesağların Tevrat’a uymamasından kaynaklanmaktadır.

Yukarıdaki tespitler ışığında Alman İncil ulemasının, Tevrat’ın Krallar Bölümü I. Ayetine göre belirlediği tarih kronolojiye uymamaktadır. Tevratın’da akılla, hesapla bağdaşır hiçbir yanı olmadığını gördük.

Tevrat ayetlerinden yaptığımız tarihi kronolojik tespitlere göre,Tevrat’ın Davut ve Süleyman dönemindeki muhteşem Yahudi yaşantısının “M.Ö.2000-0”  tarihleri arasında yaşanmasına olanak ta yoktur.
Yusuf peygamberin Mısır’a yerleşmesi olayını anlatan tevrat ayetleriyle, yukarıdaki tespitlerimizi yapmamızı sağlayan peygamberlerin yaşları ve ömürlerini belirten ayetler arasındaki çelişkiler bizi çözülmez ve anlaşılmaz bir çetrefil yumağın içine atmıştır. Şimdi onları görelim;

Tevrat’ın kendisi kendi ayetleriyle uyuşmaması ve bir yana kendisinin kendisini yalanlaması da bir başka âlemdir. Şimdi Yusuf Mısır’a yerleşti mi yerleşmedi mi?
M.Ö. 1600’lerde Mısır’a yerleşmesi gereken Yusuf’un Mısır’a kardeşlerini getirmesi ve yerleşmelerini anlatan ayet bizi  M.Ö.1600’lerden M.Ö.1060 “ yıllarına getirmektedir.
Ama gerçekten böyle mi?
Bakalım Tevratın işaret ettiği tarihle verdiği bilgilere göre Mısır Hanedan tarihi birbirine uyuyor mu?

Yusuf’un kardeşleri Mısır’a geldiklerinde, Mısırlıların Yahudilerden iğrenmeleri yüzünden Yusuf’un önerisi üzerine “adı bilinmeyen (!)” Firavun onları Goşen (Yar-47:6) ve seçkin olanlarının da Ramses bölgesine yerleşmeleri için izin verir. İşte ayet;

Yar.47: 11 “Yusuf babasıyla kardeşlerini Mısır'a yerleştirdi; firavunun buyruğu uyarınca onlara ülkenin en iyi yerinde, Ramses bölgesinde mülk verdi.”

Bu ayette ilginç olan şey, Yahudilerin her şeyi kaydettikleri halde kendilerine yurt veren ve büyük incelik gösterip, iğrenilen bir Yahudi peygamberi olan Yakup’un kendisini kutsamasına izin vermiş böyle yüce bir firavunun adını Yahudilerin öğrenememiş olmalarıdır.

Kafalarına vuran Nebukdanezar’ı, Tiglatplaser’i,İskender’i çok iyi kaydeden Yahudiler, böyle beyefendi ve nazik, hoş görülü bir firavunun adını neden kaydetmemişlerdir? Bu tespit de Yahudilerin palavracılıklarını ortaya koymaktadır. Çünkü böyle bir firavun hiç olmadı. Muhtemelen Yusuf ta yoktu.

Biz gene Yusuf varmış gibi yaparak sorgumuzu sürdürelim.
Ailesini ülkenin en iyi bölgesi olarak tarif edilen Ramses bölgesine yerleştirecek Yusuf’un Yahudilerinin gelişlerinden önce yöreye adını verecek Ramses adlı bir firavunun olması gerekir.

Ayete göre Yusuf, Mısır’a en erken II.Ramses döneminde veya ondan sonraki Ramsesler döneminde gitmiş görünmektedir. Tespit ettiğimiz Yahudi tarihi kronolojisine hiç uymayan bu durumu gene doğruymuş gibi inceleyelim.
Mısır’ın “19.Hanedanı” I.Ramses ile başlar ve “iki” yıldan az saltanatı olan bu firavunun saltanat tarihi M.Ö.1298-1296’dır.Yusuf’un bu iki yıl içinde Mısır’da olması düşünülemez çünkü Yakup/ İsrail’in Mısır’da geçen “17” yılı ve Yusuf’un vezirliği (Vezir-Köle bakan) boyunca Tevrat ne Yusuf’un vezirliğinin ne de Firavunun değişikliğinden bahsetmez.
Onu I.Seti takip eder dönemi “M.Ö.1296-1279 (18.yıl), onu da oğlu II.Ramses (1279-1212) (67 yıl) takip etmektedir. Hollywood’un çektiği Charlton Heston ile Yul Brynner’in baş rolünü oynadığı “Ten Commandment- On Emir” filminde, Musa’nın peygamberliğinin başladığı dönem bu I.Seti dönemi ve saltanatı ondan alan II.Ramses dönemi olarak işlenmiştir. Bunu da ek olarak hatırlatalım.

I.Seti ile II.Ramses, bu iki firavunun uzun süren toplam “85” yıllık saltanat yıllarında Yusuf’un, Mısır’a girmesi Tevrat’taki “görkemli saltanatını anlatan” efsanesine uygun düşmektedir. Ancak arkeolojik bulgularla detaylı olarak aydınlanmış olan bu tarihlerde Yusuf , Musa veya herhangi bir Yahudi kaydına da rastlanılmadığını ifade edelim.
Bakalım öyle mi?

Kadeş Savaşı-Mısır’da II.Ramses’in Firavun olması,saltanının “5.” Yılında M.Ö.1274’de Asi nehri yakınlarındaki Kadeş’te karşılaşırlar. Mısırlıların 15-20 bin askerine karşılık Hititlerin 3500 savaş arabası ve 20.bin’in üzerinde askeri vardır. Savaş kuzey Suriye’deki Amurruların Mısır’dan yardım istemeleri yüzünden çıkar. Hitit kaynaklarında savaş hakkında bilgi bulunmazken, bu savaş Mısır’ın Ramasseum, Karnak, Luksor ve Abydos duvarlarında abartılı olarak anlatılmıştır ve 1274’te tarihin ilk yazılı anlaşması olan Kadeş anlaşmasını amzalamaları gerçekleşmiştir. Savaşın galibi belli değildir ama anlaşma maddesi şu cümlelerle biter ve “muallakta” bırakır;

Hatti (Hitit) memleketinin kralı Hattuşil ile büyük kral, Mısır memleketinin kralı Rea Maşeşe Mai Amana gerçek kardeştirler. Onları, suçlarından dolayı şiddetle cezalandırmasınlar, onların gözlerini oymasınlar, karıları ve çocuklarıyla birlikte onlardan intikam almasınlar.”
Anlaşma metnindeki ifadeler firavun ve kralların yenilgi aldıklarında nasıl cezalandırılacaklarını da açıklaması bakımından çok ilginçtir. 
47-Mısır Haritası
Bu yüzden savaşı yürüten vezirler kölelerden seçilirdi. Mısır’da “köle firvaunlara” da Mısır’lı tarihçi Maneto’nun yazdığı Mısır tarihinde Hiksos adlı işgalci kavimden seçilen “Köle Firavunlar” örneğine son olarak Memluk hükümdarı Türkmen Bars Bey de iyi bir örnektir. Ayrıca bu savaş M.Ö.1720’lerde başlamış Hiksos istilasını takiben Mısır’ın başına getirilen “Köle Firavunlar” döneminde olmuştur. Böylece II.Ramses’in Mısır’lı değil bir Hiksos (Çoban Firavun” veya Yörük Türk olması da söz konusudur. Hiksosların Türk olmaları iki şekilde açıklanabilir. Bir Hiksos hanedanlarının sonuncu firavunlarından birisinin adı “AY” dır ve bu ad Türkçe’dir. Ayrıca Tevrat’ta da da Yahudileri tabanları kıçlarına vuruncaya kadar arkalarına bakmadan kaçmalarına neden olan, onları böyle bir korkuyla kaçacak kadar korkutan, kovalayan Kudüs yakınlarında yaşayan “Ay” Şehri halkının olmasıdır. Her iki “AY “ adı da has be has Türkçedir ve efsanelerde “AY” olarak yer alır.
 Ayrıca bu cümle başka ilginç bir konuya da işaret etmektedir. Metin, sanki binlerce askerin öldüğü bir Kadeş savaşından değil de, sonu tatlıya bağlanmış bir iş görüşmesinden sonra yazılmış bir dostluk anlaşması gibidir. Mısırlıların bu savaşta “tunçtan” olan kılıçlarını Hititlilerin demirden kılıçlarıyla doğradıkları ve Mısırlıların mutlak bir yenilgi aldıkları konusunda Amerikalılar filimler dahi yapmışlardır. Türklerin Ergenekon’da demir dövmeleri, varlıklarından beri demiri kullandıkları da göz önüne alındığında Hiksoslara (Çoban Krallar) Yörük Türk demek abartı olmayacaktır.
Ancak her ne olduysa, Hitit kazılarından ne demir kılıçlar ne de Kadeş anlaşma metinlerine ait bulgular elde edilemediği belirtilmektedir. Bunun arkasında Semitizm siyaseti olup olmadığını bilmiyoruz. Ama var gibi görünmektedir.

Bu savaşta iddia edilen İsrail topraklarının olduğu bölgede cereyan etmiş ve Yahudilerin zarar, baskı görmediğini, kılıçlarla kıyılmadıklarını Hitit ve Mısırlılarca kutsal kitaplarını kendi dinlerine göre değiştirmeleri için baskı görmediklerini kimse söyleyemeyeceği gibi bu dönem tarihinde peygamber Yusuf’un Mısır’a göçünün imkânsızlığı açıkça görülmektedir.

I.Seti ve II.Ramses dönemlerinin ardından, Merneptah (M.Ö.1212-1201-“11” yıl) , Amenmesse (1200-1196-“4” yıl), II.Seti (1196-1194-“2” yıl) Siptah (1194-1189-“5”yıl) ve kraliçe Tvosret (1189-1187-“2” yıl) takip eder ve 19.Hanedan sona erer.
20.Hanedan da Setakt’ın ardından M.Ö.1184’ten başlayarak M.Ö.1069’a kadar geçen “115” yıl “11” tane Ramses dönemi ile tamamlanır.

I.Ramses döneminde ülkenin en seçkin yeri olarak kurulan bir yerin I.Ramses döneminde kurulması olanaksızdır. II.Ramses’in Hitit ve Suriye üzerine yaptığı seferlerden ve bir zafer abidesine dönüştürülen Kadeş Savaşı ve antlaşmasından( M.Ö.1274) sonra onun adına bu seçkin yerin kurulduğunu düşünmek doğru olacağından Yusuf’un II.Ramses döneminde de Mısır’a girmesi mümkün değildir ki öyle olsa II. Ramses gibi Mısır ve bölge tarihine imza atmış birisinin adını Yahudiler muhakkak kayda geçerlerdi.
Ayrıca II.Ramses dönemi zaferler ve bolluk dönemidir. Oysa Yusuf dönemi “14” yıllık kıtlık dönemidir.

Bu durumda “115” yıl süren on bir Ramses döneminde de (III. ve XI. Ramselerin 30’ar yıllık saltanatları hariç) iktidarlar çok kısa aralıklarla değiştiğinden Yusuf’un halkını yerleştirebileceği uzun saltanat yılları yaşayan bir firavun döneminde ortada yoktur. Bu tarihlerde Mısır’a yerleşememiş Yahudilerin bundan sonra yerleşmeleri Tevrat’ın Yahudilerin kölelik dönemleri ve Musa ile Mısır’dan Çıkış “Exodus” bahsinin ve Yahudi peygamber kralları tarihinin çökmesi demektir. Böyle bir Yahudi tarihi eğer varsa bu Tevrat’ta geçtiği şeklinden daha farklı ve belki de utanılacak olaylarla dolu olduğundan gizlenmiştir ve kökleri daha da eski dönemlere uzanan geçmişlerini kabul edilebilir hale koyarken de olayların birbirinden koparmış olmaları gerekir.
Yusuf Mısır’a belki de hiç gitmedi ve Yusuf efsanesi bölgedeki kim bilir hangi kabilenin efsanesinden uyarlanarak Tevrat’a geçirildi. 1600’lerde Yusuf’un göçünün olması gerektiğini peygamberlerin ayetlerde geçen yaşlarından tespit etmiştik. Ancak, gene Mısır’a yerleştikleri yerleri ve bölgeleri anlatan ayette geçen bir “Ramses” adı bizi doğrudan “350-400” yıl daha erkene sevk etti. Ramsesler döneminde de uygun bir yer bulamayınca M.Ö. 1050’lere kadar geldik.
M.Ö 1069’lardan M.Ö.945’lere kadar da “yirminci Hanedan döneminde “7” firavun hüküm sürmüştür.
Yahudilerin M.Ö.1069’dan başlayarak “400 “yıllık kölelik dönemlerini sayarsak ki “M.Ö.669’a geliriz.
Ne yaparsak yapalım, Tevrat’ta bu Yahudilerin ne tarihlerini ne peygamberlerini ne krallarını bir düzene sokamadık gitti. Onlarda sokamamışlar zaten. Din bu ya kabul edersin ya da sopayı yer, kelleni kaybedersin!

Şunu da eklemeden edemeyeceğim. Yukarıdaki Tevrat ayetlerine göre, İbrahim peygamberin olası doğum tarihi olarak kabul edilen M.Ö.1815 ile başlayan Yahudi nüfusu Yakup’un öldüğü tarih olan M.Ö.1508 veya M.Ö.1468’e kadar geçen 305 ile 345 yıllık dönemde sadece “70” yetmiş kişiye ulamıştır. Yusuf, eşi ve iki çocuğunu da eklersek bu nüfus “74- yetmiş dört’tür” Mısır’da “kölelik” şeklinde geçmesi gereken “400” dört yüz yıllık dönemlerinde Yahudilerin nüfusları nasıl olur da Mısır nüfusunu tehdit edecek bir kitleye ulaşır?

Üstelik kölenin bedeni üzerinde bile tasarruf hakkı yoktur. Sahibi bir köleyi isterse öldürür. Öte yandan, bunlar en ağır iş olan taş ocaklarında, saraylar, resmi binalar, yollar ve piramit inşaatlarında, tarım işlerinde çalıştırıldıklarından iş kazalarından her türlü hastalığa açık bir yaşam tarzı içinde belki günde en az bir kişi iş kazasında kayıp verilmekteydi.
Hastalıklar, erken ölümler de eklendiğinde o zor yaşam şartlarında, nüfuslarının artmasının bizzat devlet eliyle engellendiği halde nasıl oluyor da Mısır nüfusunu geçecek kitleye ulaştılar?
Akıl ile anlaşılmaz bir olaylar dizisi. Bunu Yahudi rahipleri böyle yazmış. Yerseniz böyledir, yemezseniz değildir.

Neyse Yahudilerin Tevrat’ının üzerine kurulduğu Musa’yı da, tebliğ ettiği öne sürülen emirlerini de getirdiği inanç temellerinin kökenlerini de anmadan olmaz;


Önce Musa’yı tanıyalım;

48- Yahudi Dini kuırucusu Musa On Emir tabletiyle resmedilmiş!

Musa;İbranice Moşe, Tiber-Moşeh, Grk-Mouses, Arp-Musa- Tervat kitabının ilk beş kitabının yazarı, Allah’ın “On Emir’i “ taş tabletlere yazılı olarak alan “yasa getiren” peygamber. Yahudiler onu “Moşe Rabbenu – Öğretmen–Rabbi’miz Musa) adıyla çağırırlar. Tevrat onun üstüne kurgulanınca haliyle Hıristiyanlık, Müslümanlık ve bunlardan doğan dinler ve mezhepler de onun üzerine kurgulandıklarından dolayı bu inançlara sahip olanlar arasında en önemli peygamberdir.
Musa adının kökeni-
Tevrat  (Çıkış-2:10) Musa adını “Sudan gelen, sudan çıkarılan” olarak açıklamaktadır. Firavun’un kızkardeşinin “onu sudan çıkardım adı “sudan gelen” olan Musa olsun” dediği ayeti hatırlayalım.
Musa, muhtemelen “Sudan çıkarılan kişi” anlamında ve “kurtarılan, teslim edilen”  olarak ta düşünülebilecek edilgen bir addır. Yahudi tarihçi Flavius Josephus (Cosefus) bu adın etimolojik/ kelime kökenbilimi açısından anlamını tartışmış ve bazı âlimlerin de önerileri doğrultusunda Musa (Moşe- Mouses) adının Kipti (Mısır/ Grek/ Hint karışımı çingene Hıristiyanlar) dilinde “Mu” nun “Su” demek  ve “ouses” ekinin de “kurtarmak- teslim etmek” anlamına geldiğinden “Sudan kurtarılan” anlamına geldiğini belirtmişlerdir.
Diğer bakımdan Mısır dilinde “MS” sık bulunan bir addır ve “Tut-mose” ve “Ra- masses” , “Amen- messe” adlarında kullanıldığı gibi “doğmak- doğan” ve “çocuk” anlamına da geldiği bilinmektedir.

Şimdi Musa’ya Tanrının Verdiği “10” Emir’i görelim;

10 EMİR
On Emir, Yahudilerin Mısır’dan çıkarılmalarından sonra Sina Yarımadasındaki Sina Dağında Tanrı Musa’ya Yahudilerin uymaları için taş tabletlere kazınmış olarak verdiği emirlerden oluşmaktadır;
Mısırdan Çıkış Bölüm 20;(Altı çizili olan ayet numaralarının olduğu satırlardaki ayetler “10” Emir’i oluştururlar);
20;1-Ve tanrı bütün bunları söyledi.
20;2-Kölelik ettiğiniz ülkeden, Mısır’dan sizleri çıkarıp getiren tanrınız, efendiniz benim.
20;3- Benden önceki tanrılarınız artık olmayacak.
20;4-Sularda veya içinde, toprağın altında veya üstünde veya göklerde yaşayan hiçbir şekilde kazınmış tanrı heykelleri yapmayacaksınız.
20;5- Ben, tanrıya küfredip günah işleyen babaların dördüncü nesile kadar soylarını cezalandıran sizin “kıskanç tanrınız”, efendinizim. Benden başka hiçbir tanrının önünde eğilmeyeceksiniz, onlara ibadet etmeyeceksiniz.
20;6- Ama, bana biat eden, sevgisini gösteren, emirlerime uyan binlerce nesile de sevgimi göstereceğim.
20;7-Onun adını boş yere anan masum sayılmayacaktır ve tanrınızın adını boş yere ağzınıza almayacaksınız.
20;8-Şabbat günlerini hatırlayıp kutsal sayacaksınız.
20;12-Anne ve babanızı onurlandıracaksınız…
20;13-Öldürmeyeceksiniz.
20;14-Zina yapmayacaksınız!
20;15-Çalmayacaksınız!
20;16-Komşunuza karşı yalan yere şahitlik yapmayacaksınız!
20;17-Komşunuzun, erkek, kadın kölelerine, kapısındaki eşeğine, öküzüne, havvanlarına, eşine ve evine göz koymayacaksınız.”
Ve şimdi Yahudilerin atalarının çıkış yeri olduğu kabul gören Hindistan Keşmir bölgesindeki Eran şehri merkezli “Jainist- Cinci” dininin “Beş Temel ilkelerine” bakalım;

Bazı tarihçiler Cinciliğin M.Ö. 9.yy. veya 6.yy. da ortaya çıktığını savunmalarına rağmen, Cin inancı Cinciliğin (Jainism) daima olduğunu ve her zaman olacağını öğretir. Varsayımlara göre öncelikle, İndus Vadisi Medeniyetinin bir tufanla yıkılmasının ardından Hindistan içine yapılan Hint/Aryan göçlerinin getirdiği ruhani yansımanın ürünü olabileceği gibi çeşitli Hindu mezheplerinin bir ürünü de olması muhtemeldir.
Başlıca beş yeminleri (Mahavrata)

Tecavüz Etme (Ahimsa); Yaşayan herhangi bir varlığa zarar vermeye neden olacak bir işi, sözü, düşünce olarak dahi aklından geçirmeme, tecavüz etmeme.
Doğruculuk (Satya) : Doğru, yararlı olan (hita), az ve öz (mita) olan ve hoşa giden (priya)dir. Bir başka deyişle “zararsız gerçeği” konuşmaktır.
Çalma (Astey)             : Sahibi tarafından gönüllü olarak verilmeyen hiç bir şeyi asla almamaktır. 
İffet (Brahmaçarya)      : Cinsel arzulara izin vermeksizin vücudun ve aklın mutlak saflığını/arılığını sağlamak.
Sahiplenmemek (Aparigraha): Çevremizdeki bütün nesnelerden, yerlerden, bütün insanlardan hiç birine karşı iğrenme veya düşkünlükten kaçınmaktır.

Görüldüğü gibi On Emir’in, “Tanrının  tekliği,putların yapılması ve tapılmasının yasaklanması” dışındaki bütün emirler bu din içinde vardır. Hatta Cin inananları yaratıcı tanrı olmadığından göksel varlıklar olan “iyi cinlere” yardım için dua edilmesi gerektiğine inanırlar. Dini kuran kurucuların ve iyi cinlerin resimlerine bakarak dua ederlerse de bunun putperestlik olmadığını savunurlar. Zaten tanrı inançları olmayan bir inancın putperestliği de düşünülemez. Tevrat’ın kıskanç kertenkele tanrısının bütün özellikleri bu cinlerde vardır.
Bu bilgiler ışığında Yahudilerin “İbrahim” adlı atalarının Keşmir’deki Cin/ Jainist tapınağından, “tüccar” olması yüzünden “mala, dünyevi değerlere düşkünlük” yüzünden kovulmuş bir rahip olması da olasıdır.
Bir başka açıdan da, Tevrat’ın İbrahim’inin geçmişi en fazla M.Ö. 1820-2000’lere kadar götürülebilmektedir.
Oysa İbrahim zamanında İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da hüküm süren Hitit krallarının inanışlarını İbrahim’den yaklaşık 800 ile 1000 yıl sonra Musa’ya gelen 10 Emir’de görüyoruz.

Tevrat Mısırdan Çıkış Bölüm 20-20;5- Ben, tanrıya küfredip günah işleyen babaların dördüncü nesile kadar soylarını cezalandıran sizin “kıskanç tanrınız”, efendinizim. Benden başka hiçbir tanrının önünde eğilmeyeceksiniz, onlara ibadet etmeyeceksiniz.”.
Şimdi yukrarıdaki Tevrat ayetinde geçen, “Babaların günahını çocuklarının ve dördüncü nesil kuşaklarına kadar çekmesi” konusunun Tevrat öncesi var olduğunu görüyoruz.Musa’nın ister MÖ.1392’de isterse M.Ö.1100’lerde doğuşu iddiasına göre olsun, Musa doğmadan önce İbrahimden bile önce Tevrat’ın bir çok yasasının var olduğu görülmektedir.

Hititlerden yani bizim eski Çorumlulardan okuyalım (M.Ö.1380-1310 arası)

Hititlerin başkenti Hattuşa, Ankara’ya 200 kilometre uzaklıkta. Çorum’un Boğazkale ilçesindedir. Şuppiluliuma ve ardından tahta çıkan oğlu II. Arnuvanda’nın vebadan ölmesi, tanrıların cezalandırmasına bağlanmış ve bu korkuyla tahta geçen II. Murşili ünlü veba duasını yazmıştır. Önce babasının işlediği cinayetin günahının kendisine de geçtiğini söylüyor:
-“Doğrudur, babanın günahı oğluna da geçer,
Bana da babamın günahı geçti…”

“Yanlış yola sapanlardan,
Kötü işler yapanlardan,
Hiç kimse kalmadı artık,
Hepsi öldü çünkü.
Ama babamın günahı bana bulaştığı için…” şeklinde sürmektedir.
Günümüz Tevrat’ının Pers döneminde (M.Ö.539-333) yazıldığını göz önüne alırsak, Tavrat’ın da kendinden önceki kültürleri doğruladığını veya onlardan bol bol kopya çektiğini görmekteyiz.

49-Gri kesik çizgi Mısır'ın yayılma alanı, Turuncu kesik çizgi Mittani, Beyaz kare Hitit,   Turuncu kare Mısır II. Ramses dönemi- Canaan yazılı yer de İbram'a sözde vat edilen toprak. Musa orayı istiyor.
II.Mürşili’nin M.Ö.1310’da öldüğü bilindiğine göre, dua da muhtemelen bir iki on yıllık dönem içinde gerçekleşmiştir, bu da M.Ö.1330’lar demektir. Günümüz Tevratının yazılmasından yaklaşık “900” yıl önce, en iyi ihtimalle Hz. Musa çocukken veya doğumundan “200” yıl daha öncesi demektir.

50-Ugarit ve Ebla şehirlerini gösteren harita

İsraillilerin kullandıkları para birimi olan Şekel ve Mina Hitit ve Babil parasıdır ve “kırk şekel bir Mina ediyordu. Babilde 60 Şekel bir Mina ediyordu. Babil şekeli “8.4grm”, Babil Mina’sı ise yarım kilo kadardı. Bir Hitit Minas’sı “330” grm kadardı.
Hititlilerde “hayvanla cinsel ilişkinin” cezası kralca verilirdi ve bu ceza ölümle de sonuçlanabiliyordu.
Kişinin annesi, kızı veya oğlu ile cinsel ilişkiye girmesinin cezası doğrudan ölüm olduğundan yasaya yazılmamış ve yasa sadece “üvey anne” ile olan ilişkiyi, “baba sağsa” cezası “ölümdür” şeklinde düzenlemişti.
Ölen kardeşin karısı ile yani yenge ile evlenmek suç teşkil etmiyordu. Yahudilerde ise bu “zorunluluktur.” Yahudi eve “gelin giren” asla çıkamaz.
Mahkemelerde ifade vermeden önce “tanrılara yemin ettirilirdi”. Hıristiyan dünyasının İncil’e el basarak yemin etmelerinin kökeninin Hititler olduğu düşünülebilir.
Kan davalarına devlet karışmazdı ve ölenin hakkını arayan kişi kanın sahibi tazminat isterse  tazminat (4 köle) ödenir, “ölsün” derse suçlu öldürülürdü.
Başkasının tarlasını ekenin cezası iki ayrı yöne hızlandırılan öküzlerin çektiği bir sabanın suçlunun başına bağlanması şekliyle “aykırı yönlere çekilerek ikiye ayrılması sağlanarak öldürülmekti.
Kynk-Tarihin Tanığı Anadolu’da Cumhuriyet EGS BANK-1999 Creative Yayıncılık.

Diğer yandan, günümüz Suriye’sinin kuzeyinde, Halep şehrinin güneyinde Tel Mardik adıyla bilinen şehirde İtalyan arkaeolog Paolo Matthiae tarafından “56” hektarlık bir alanda 1968 yılında yapılan kazılarda başlangıçta “14.000” kadar “cuneiform” çiviyazılı” kil tablet elde edilmiştir. Bu tabletlerin M.Ö. 2500-2200'lü yılları arasında yaşamış Ebla Krallığının Kraliyet Arşivi olduğu daha sonra ortaya çıkmıştır. 1975 yılında kazıların devamında tabletlerin sayısı “20.000”’e kadar ulaşmış ve günümüz diline çevirisini Roma Üniversitesinden İtalyan arkeolojik yazı uzmanı Giovanni Petittano gerçekleştirmiştir.

Böylece M.Ö.2500 yıllarında sınırları Levant ve Anadolu’nun güney Akdeniz bölgesini kısmen içine alan bir Ebla Krallığı kültü ile tanışmış olduk. Ürdün, Filistin ve Suriye’de yapılan Ugarit ve Ebla kazılarında çıkan kil tablet ve Kumran papirüslerinin tercümelerinde bu belegelerin M.Ö. 2500’lere kadar uzandığı, İbrahim ve İsmail adlı peygamberlerin varlığına da işaret ettiği görülmektedir. Günümüz Tevrat’ının Babil sürgününden dönüş tarihi olarak bilinen M.Ö.VI.yy. da yeniden ezberden yazıldığı, İbrahim’in de 2000 ile 1815 arası yaşadığı göz önüne alınırsa, bu kültür İbrahim’den “700” ile en az “200” yıl, Tevrat’ın yazılmasından önce “2000” yıl evvele uzanmaktadır.
Tabletlerin önemi ise Yahudi Tevratında ve ondan doğan İncil ile Kur’an’da geçen peygamber adlarının bunlarda yer almasından kaynaklanmaktadır. Çünkü tabletlerde Kuran-ı Kerim'de adı geçen melek Mikail (Mi-ka-il) yanı sıra (Doubleday, 1981, s. 271-321) üç İlahi kitapta bahsedilen peygamberlerin adı geçiyordu. Hz. İbrahim (Ab-ra-mu), ve Hz. İsmail (Iş-ma-il)'in isimleri. (Howard La Fay, "Ebla: Bilinmeyen Büyük Bir İmparatorluk", National Geographic Magazine, Aralık 1978, s. 736) yer almaktaydı.
51-Ebla -Ugarit Kazı alanı görüntüleri

Amerikalı arkeoloji uzmanı ve dinler tarihi araştırmacısı David Noel Freidmann da tabletlerdeki İbrahim ve İsmail gibi adların peygamber adları olduğunu açıklıyordu. (Bilim ve Teknik Dergisi, sayı 118, Eylül 1977 ve sayı 131, Ekim 1978)


Bu da bize M.Ö.2500’lerde Yahudi ve Hıristiyan Tevrat araştırmacılarının tespitlerinden önce de İbrahim, İsmail, Mikail/ Mihail adlarının kullanıldığı bir din kültü olduğunu, Yahudi ve Hıristiyan Tevratının da kendilerinden “eski kavimlerin” kültürlerinden yapılan uyarlamalardan başka bir şey olmadığını açıkça ispat ediyordu. Çünkü o tarihlerde bu adların kayıtlarda yer alması demek o adların o tarihten de binlerce yıl önce bilinmesi demek oluyordu.

Bu bilgiler ışığında Tevrat bilgilerinin Yahudi tarihiyle ilişkisi olmadığı ispatlanmıştır. O halde Yahudilerin gerçek tarihleri nasıl oluşmuştu?
Gebe Yahudi Tevratı ile tarihi kayıtların ışığında düşündüğümüzde, M.Ö.1720’lerde Mısır’ın Hiksoslarca işgali sonrası bu kavimlere karışarak ya da daha önce Kızıldeniz- Hint Okyanusu- Hürmüz Körfezi yoluyla Keşmir’e gelen Yahudi kabileleri burada kaldılar. Bir kısmı muhtemelen Suriye ve Levant bölgesinde kalmaları olası olan bu kavimler, yerleştikleri bölgelerdeki kavimlere ait çok eski bir inanç olan Cin dinine girdiler. Çünkü geldikleri yerlerde de zaten göklere ait bir halk olan cin/şeytanlara tapınma kültü vardı. Onlarda herkese açık olan ve ırk ayrımı yapmayan Cin dinine girdiler. Daha sonra “tüccar, hileci, dünyevi değerlere düşkünlüklerini saklayamaz hale” geldiklerinde buradan kovuldular ve İran yoluyla Irak’a geldiler.

Burada bir süre köle olarak yaşadılar ve kölelikleri İran şahı Krus zamanına kadar sürdü.
Geçen dönemde, Babillilerden Enuma Eliş Yaratılış destanını, Suya sepet içinde bırakılan kral Sargon efsanesini ve Nuh adlı tanrıya tapan Suriye- Filistin Araplarından Nuh, Sam, Yafes, Ham-İbrahim kültünü öğrendiler ve onu Babil Attra Hasis tufan destanıyla birleştirdiler.

Krus azınlıklara geniş haklar verip inançlarına dönmelerini teşvik edince bunlar da On Emirin Beşini Cin dininden doğrudan bildikleri için kalanını da edindikleri bilgilerle kendilerine uygun olarak tamamladılar.
Çünkü, kendi kavimlerince kovulmuş kavimler o dönemlerde ancak ticaret yapabiliyordu ve tüccarlar en sevilmeyen kişilerdi.

Sina dağında Musa’ya verilen On Emir tamam da Babil’in Enuma Eliş yaratılış destanının varlığı ancak 19.yy ortalarında keşfedildi. Bunu Babillilerden almadıysalar nereden aldılar?
Bu destanın alıntı olması Tevrat’ta çok açıktır. Çünkü Tevrat’ın tanrısının adı bilindiği gibi “Yahweh’tir.
Ama, başlangıç suresi olan Yaratılış destanında tanrının adı “Elohim’dir.” Tufan efsanesi Babil’İn Atra Hasis destanının birebir aynısıdır.
Devam edelim, Yaratılış 32;28. Ayette, İshak peygamberin oğlu Yakup, ağabeyi Esav’a attığı peygamberlik kazığından sonra can derdine düşüp dayısının memleketine doğru yola çıkar. Yirmi yıl kölelik ettikten sonra  yeğenleri ve kayınbiraderleri tarafından öldürülme korkusuna düşüp, tanrısından aldığı talimatla  baba yurduna doğru yola çıkar.
Yolda karşısına çıkan bir adam onu güreşe zorlar ve sabaha kadar süren güreş sonunda Yakup adamı yener ve adam, bundan sonra Yakup olan ve “Hileci- Topuk tutan” anlamına gelen adının bundan sonra “İSRAİL” yani “Tanrıyla güreşen” olduğunu söyler. Hileci Yakup’un yendiği adam “TANRISIDIR”.
Yani Allah’tır.
Oysa, bu hikayede Yahudilerin apaçık bir hileleri vardır. Her dinde olduğu gibi “dilbilgisi kurallarıyla” oynarlar.
Yahudilerin dili olan İbranice, Hint- Aryan dil grubunda olup yoğun olarak aynı gruptan olan Arap dilinin etkisindedir ve alfabeleri de Arap harflerinin bozulmuşundan yapılmıştır. Bunu yalanlayacak hiçbir yazıya denk gelemezsiniz. Çünkü harflerini Arap harfleriyle yanyana koyduğunuzda bu hemen fark edilir.

Şimdi gelelim “kelime oyununa”;
“İL” bütün Arap kültürlerinde “tanrı” demektir ve Arapların “İl-El” adlı tanrılarıda vardır.
Gelelim “İSRA” kelimesine.

“İSRA” Arapça “Gece Yolculuğu” demektir. Kelimeleri birleştirdiğimizde “İSAR-İL”  demek “Tanrı ile çıkılan gece yolculuğu” anlamına gelir ve hemen hemen her peygamberin Sümerlerden beri tekrarladığı bir olaydır. Ünlü Kur’an Tefsir yazarı Elmalılı Hamdi Yazır İsra Suresi tefsirinde de “İsra” gece yolculuğu demektir şeklinde açıklamakta ve kendsinden çok önceki Kuran tefsiricilerininden kaynaklar gösterir.
Sümer’in ve Babillilerin ay tanrısı “Sin/ Nanna” da gece yolculuğuna çıkar, Marduk’un oğlu katip tanrı Nebo da öyle Mısır tanrısı Ra ve katip tanrı Thoth/ Lah/ Yehuti de öyle gece yolculuğuna çıkarlar.

Yahudilerin Tevrat’ı Babil kölelikleri döneminden sonra yazmaları, kendi kavimlerine “Üstün ırk, seçilmiş kavim” imajı vermek için yaptıkları sayısız basit bir kelime oyunlarından birisi, hileciliklerinin bir örneği de budur.
52-Ölüler Kitabının bulunduğu Ani Papirüslerinden bir sayfa

Tutulacak sağlam hiçbir yeri olmayan Tevrat tuhaftır ki ilk önce Hıristiyan dünyasından asırlardır yediği tepkiler yüzünden, Hıristiyan Avrupalılar, kendi halklarını engizisyon mahkelemelerinde sorgusuzu sualsiz yaptıkları sözde yargılamalarla, her türlü öldürme, katliam ve soykırım gibi zulümlerinin mimarı olmuşlardır.

Yahudilerin İbrahim Kültünün Yahudilere ait olmadığı yönünde İslam dünyasından da itirazlar vardır.
Nurbakış Rahimzade’nin “İran Kültürünü Doğru Tanıtma” amacıyla kurulmuş olduğu belirtilen, “İran Chamber Society- İran Oda Topluluğu” İnternet sitesinde yazdığı  “Zarathushtra; First Monotesit Prophet" adlı yazısı konumuz açısından önem taşımaktadır.

Şimdi bahse konu yazının başkarakterleri ve yazarları hakkında kısa tanımları okuyalım;
Osarseph (Osarsef) veya Osarsiph (Osarsif) Mısır’ın peygamber Musa’ya karşılık gelen efsanevi bir şahıstır. Hikâyesi Ptolomeo (Eflatun) döneminde yaşamış olan Mısırlı tarihçi Maneto’nun yazdığı Aegyptiaca (Eciptiyaka-Mısır’ın Tarihi) adlı eserde yer almıştır. Ancak eser kaybolduysa da Yahudi tarihçi Flavius Josephus (M.S.I.yy.) ondan yoğun alıntılar yapmıştır. (Kimin neden çaldığı belli olmuş.)
Çok tartışılmasına ve ret edilmesine rağmen tarihi gerçekler insanların önünde durmaktadır. M.Ö. birinci ve ikinci yüzyıllarda, Tevrat’ın “Mısır’dan Çıkış” bölümünün “tersine çevrilmişi” olarak suçlanıp “Yahudi karşıtlığı” ile ilişkilendirilmiştir.

Fakat Mısır bilimcisi Jan Assmann, efsanenin arkasında hiçbir kimse veya olayın kast edilmediğini ve zamanın travmalar yaratan olayları ile Akheneton (Amenophis IV)’un kayda değer icraatlarını dile getirdiğini belirtmiştir. Akenethon bilindiği gibi “Tek Tanrılı Dini” Mısır’da kuran ve “put ticaretini” ortadan kaldırarak devlet bütçesine zarar verdiği için rahiplerce öldürülen ilk firavundur.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında Maneto’nun Osarsif/Musa’nı okumadan önce sırasıyla yazarı Maneto ve onu yüzyıllar sonra gündeme getirerek başını Yahudilerle derde sokan Grek Apion’u tanıyalım;
Manetho (Manethon- Maneton); M.Ö.III.yy.da Ptolomeo döneminde (Grek dönemi) yaşamış Mısırlı rahip ve tarihçidir. Aegyptiaca (Mısır’ın Tarihi) adlı kitabı yazmıştır. Firavunların saltanat dönemlerinin kronolojik tarihleri ve Mısır’ın geçmişi hakkında deliller bulmak için Mısır bilimcilerinin çok sık başvurduğu bir kitaptır. Adının anlamı günümüzde kaybolmuşsa da “Thoth’un Sevdiği”,”Thoth’un Gerçeği”,”Neith’in Sevdiği”,”Neith’in aşkı” anlamlarına geldiği hakkında spekülasyonlar yapılmaktadır.

Daha az kabul edilen anlamları arasında “Seyis, At çobanı”, “Ma’ani Djehuti-( MâniYehuti)” “Thoth/ Yahudiyi* Gördüm anlamları da vardır. Eski Grek kaynaklarından olan Kartaca ve Flavyus Josephus’un eserlerinde Manethônn Plato’da ve öteki Greklerde Manethôs, Manethô, Manethôs, Manethôn ve Manethoth olarak geçmektedir. Latincede Manethon, Manethos, Manethonus ve Manetos olarak geçmektedir.
*Djehuti, Tehuti, Jehuti tanrı Thoth’un adlarındandır ve bu adlar “Yahudi” demektir. İslam dünyasında “Tat” ve “Tut” adlarıyla da bilinen bu tanrı “İdris Peygamber” olarak kabul görmektedir.

Maneto, Mısır’ın Grek Firavunları Ptolemi I.Soter (M.Ö.323-283) ve Ptolemi II.Filedelfiyus *(285-246) saltanatları döneminde yaşamış olduğu M.Ö.241/40 tarihli Hibeh Papiri’de yazmaktadır.

*(Filedelfiyus- Filedelfiya’dan gelir. Filedefiya da Türkiye-Manisa Akhisar ilçesinin adıdır. Bu Grek firavun bizim Manisa – Akhisar’lıymış. Adı da “Filedelfiyalıoğlu- Akhisarlıoğlu” anlamına gelir.)

Ayrıca Aegyptiaca’nın da yazarı olduğu ve III.Ptolemi Euergetes (M.Ö.246-222) döneminde de yaşadığı belirtilmiştir. Kendisi Mısırlı olmasına rağmen, sadece Grek dilinde eserler vermiştir. “Heredot’a Karşı, Kutsal Kitap, Din ve Antik Kültür Üzerine, Bayramlar Üzerine, Kifi’nin Hazırlanması Üzerine ve Fiziğin Lezzeti” adlı eserleri vardır. Astroloji üzerine “Sothis’in Kitabı” adlı eser ona atfedilmiştir. “Aegyptiaca- Mısır’ın Tarihi” adlı eserinde Grek hanedan dönemini ve devletin gücünü anlatmıştır.
Kendisi Heliopolis’te güneş tapınağında bir rahip olup Ra dinine inanırdı. Syncellus’a göre tapınağın başrahibiydi. Osiris- Apis boğa kültüne dayanan Sarapis kültünde otoriteydi. Bu kült, Greklerin Mısır’a yerleşmelerinden sonra doğmuş Mısır/Grek inançları harmanı bir dindi.

Apion (M.Ö.20-MS-45-48); -M.S.I.yy.da Siva Oasis’de yüzyılın ilk yarısında doğmuş, Homer üstüne yorumlar yapan Sufi, Mısır/Grek dil bilimcisidir. Yahudilerin M.S.70’te Romalılarca sürülmelerinden önce ömrünü tamamlamış olan Apion, İskenderiye’de yetişti ve Caludius zamanında Roma’da bilinmeyen bir yere yerleşti. Çok sayıda yazdığı eserlerden hiç biri günümüze kalmadı. En çok bilinenleri “Androclus and the Lion –Androklus (Kaçak kölenin adı)ve Aslan” Aulus Gellius’ta korundu, diğeri de “Aegypiacorum (Mısır’ın Harikaları) dır. Apion’un Yahudi kültürüne yaptığı eleştiriler Josephusún “Against to Apion- Karşı Apion” yazısıyla cevaplandırıldı. Josefusun cevabında “Yahudiler inançları için ölmeye hazırdırlar” ifadesini “ölüm tehdidi” olarak algılamış olsa gerek ki Roma’ya adresi meçhul bir yere göçerek kendini emniyete almaya çalışmıştır. Eserlerinin “Anti-semitik” olması yüzünden Maneto’nun “Aegyptiaca’sının kaderini paylaşarak hiç birisinin bulunamaması da bu savı desteklemektedir.

Ayrıca, Dünya İmparatorluğunu henüz Roma’ya kaptırmış olan Greklerin kendi kültürlerini korumak için Yahudilere karşı verdikleri kültürel mücadelede Apion mükemmel bir kişilik olmasına rağmen ne yazık ki, Roma- Bizans’ın, İran Mitra/ Mehr ve Zerdüşt dinî kültür emperyalizminden kendisini kurtarıp kendilerine uygun yeni bir din kültürü yaratmak isteyen ve bunu Yahudi uydurmalarından temin eden Grek rahiplerinin Yahudi ürünü olan İsevilik/ Hıristiyanlığı devlet dini yapmaları yüzünden bu güne kadar batı dünyası bir Apion çıkarmış değildir. Hele Grekler, atalarının başlarını taşlara vurduracak derecede Hıristiyanlığa bağlanarak tam bir Yahudi mevalisi/ kölesi olmuşlardır. Aynen öteki kavimler gibi.

  
MISIR’IN MUSA’SI / OSARSİF’İN HİKÂYESİ;

Josephus’un “Against to Apion” adlı çalışması Maneto’nun Agyptiaca’sından çok sayıda alıntıya yer vermektedir. İlk olarak Hyksosların  (bu ad Maneto’ca verilmiştir) kovulmaları ve Judae/ Yuda’da yerleşmeleri ardından Jerusalem (Kudüs) şehrini kurmaları anlatılmaktadır. Maneto kendisi bu konuda herhangi bir tespit yapmazken, Josefus, Maneto’nun Hiksoslarının kovulmalarını Yahudilerin Mısır’dan Çıkışları olarak altını çizerek belirtmiştir.
İkinci olarak Osarfis’in hikâyesi ondan iki yüz yıl sonra anlatılmıştır. Josefus’a göre, Maneto, Osarfis’i Heliopolis’teki Osiris mabedindeki korkunç bir yüksek rahip olarak tanımlamıştır.
Şimdi Tevrat’ın şu ayetlerine bakalım;
Yar.43: 32 “Yusuf'a ayrı, kardeşlerine ayrı, Yusuf'la yemek yiyen Mısırlılar'a ayrı hizmet edildi. Çünkü Mısırlılar İbraniler'le birlikte yemek yemez, bunu iğrenç sayarlardı.”

Yar.46: 33 “Firavun sizi çağırıp da, 'Ne iş yaparsınız?' diye sorarsa,”
Yar.46: 34 '”Atalarımız gibi biz de çocukluktan beri hayvancılık yapıyoruz' dersiniz. Öyle deyin ki, sizi Goşen bölgesine yerleştirsin. Çünkü Mısırlılar çobanlardan iğrenir."

Bu ayetlerin ışığında soralım da birisi bize açıklasın;

Günümüzün silikon vadisi adıyla anılan bilgisayar teknolojisi çağını değil, tarım, hayvancılık ile geçinen ve haliyle çobanlık ta yapan Mısırlılar, kendilerinin de yaptığı bir işten neden “iğrensinler”?
Yusuf ta onların bir “başbakanıdır” yani “köle baş vezirdir” ve ayette Mısırlıların Yusuf’la da yemek yemediklerine tanık oluyoruz. Yusuf’un “ayrı hizmet görmesi” ayet yorumlandığında makamından değil “iğrenç” bulunan yanından olmalıdır.
Çobanlık yapmayan başbakan Yusuf’un durumu düşünüldüğünde, Yahudilerin “iğrenç” olan yanları “çobanlık” değildir.
Öyleyse nedir?
Şimdi işin aslını kısaca F.Josephus’un yazılarından çıkardığım özetle biraz öğrenelim;

“Firavun Amenofis tapınaktaki tanrıları görmek ister ama kâtip rahipleri tanrıların onu kabul etmeleri için ilk önce tapınakları ve Mısır’ı cüzzamlılardan ve kirli insanlardan Mısır’ın temizlemesi gerektiğine ikna ederler. O da onlardan 80.000’ini doğu deltasındaki Hiksosların eski başkenti olan Avaris’e hapseder ve taş ocaklarında çalıştırır. Bölgeyi de onlara bağışlar. Bundan sonra cüzzam bulaştığı için sürülenlerin arasında katılan başrahip Osarsif onların önderi olur ve tanrılara ibadet etmeyi bırakmalarını kutsal sayılan hayvanları yemelerini emreder. Osarsif’e inananlar bunun ardından Hyksos’ları ülkeye davet ederler onların da yardımıyla firavun Amenifisi oğlu Ramses ile birlikte Nubiya’ya sürgüne sevk ederler. Firavun ve oğlunun sürgünde oldukları 13 yıl boyunca şehirleri, tapınakları, tanrıların heykellerini, büstlerini tahrip ederler ve tapınakları da mutfağa çevirirler, kutsal hayvanları ateş üstünde kızartırlar. Sonunda firavun ve oğlu Ramses dönerler, Hyksoslar ile cüzzamlıları kovarlar, eski dini de yeniden onarırlar. Hikâyenin sonuna doğru, Maneto, Osarsif’in sürgüne gittiği yerde Musa adını aldığını bildirir.”

Şimdi Yahudilerin gerçek kimliklerini, “piyasadan kaybettikleri kitaptan” alıntı yaparak Apion’a karşı yazmak zorunda kaldıkları bu iddianın doğru olup olmadığını kendi kalemlerinden, Flavius Josephus’un kaleminden okuyalım;

APİON’A KARŞI veya KARŞI APİON

“Karşı Apion “ latince “Contra Apionem veya İn Apionem” Josephus Flavius’un klasik felsefenin ve Yahudilik  (Judaism) dininin, Greklerin çok daha eski geçmiş geleneklerindeki algılanmasına karşı vurgulama yapmak ve savunmak için yazdığı ihtilaflı bir yazıdır.
“METİN”
Karşı Apion” Yahudi metinlerinin olduğu kitabın olduğu gibi görülmesini tanımlar. Yazıdaki çeviri metin F.josephus’un “Karşı Apion” yazısından seçilerek tarafımdan Türkçeye çevrilmiştir. Metnin ”El yazısı” ile gösterilen kısmı Maneto’dan yapılan alıntıları, düz yazı da F.Josephus’un görüş ve tespitleridir;
FLAVİUS JOSEPHUS’UN KARŞI APİON YAZISINDAKİ
HYKSOSLAR, OSARSİF VE YAHUDİLERİN KİMLİKELRİ ÜZERİNE
(1.Kitap’tan.)

48 II.Ramses Dönemi Mısır ( Egypt) ve   Hitit Sınırları

Madde 8-“Greklerde de olduğu gibi birini yalanlayan ve onunla anlaşmazlığa düşen sayısız çoklukta kitaplara sahip değiliz ama eski zamanlara ait kayıtlar içeren sadece “22” kitabımız vardır. Bunların beşi Musa’ya ait olup, insanlığın kökenleri, gelenekleri, onun yasaları hakkında ölümüne kadar yazdığı ve ilahi olduğuna inanılan kitaplardır. Küçücük üç bin yıllık bir dönemin araya girmesi hariç Musa’nın ölümünden sonra Zerkses’ten saltanatı devralan Pers kralı Artakzerkses’in saltanatları boyunca gelen peygamberler on üç kitap yazdılar. Kitapların kalan dördü insan yaşamının idare edilmesi ve tanrıya ilahileri içermektedir.
Tarihimizin Artakzerkses’ten beri çok özel olarak yazıldığı doğrudur ama o cetlerimizce biçimlendirilmiş bir otorite gibi kabul edilmemelidir çünkü o zamandan beri peygamberlerin mutlak tahta geçmeleri olmamıştır ve geçtiğimiz çaplarda olduğu gibi milletimizin bu kitaplara ne kadar sadakat, güven ve sıkı bağlılık içinde olmaları yapabileceklerimizin kanıtıdır. Hiç kimse onlara ne bir şey eklemeye ne de çıkarmaya cesaret edememiştir ve bütün Yahudiler o ilahi ilkeleri içeren kitaba bağlılıklarını sürdürmeye ve uğrunda hemen gönüllü ölmeyi doğal görmektedirler”

14-(5.satırdan)…Simdi Maneto “Mısır Tarihi” adlı ikinci kitabında bizi ilgilendiren aiağıdaki ifadeleri yazar. Bizzat kendisini buraya şahitliğe getirmişçesine yazdıklarının hepsini kelimesi kelimesine yazacağım ;

Timaus adlı bir kralımız vardı, onun idaresi altındayken nasıl olduysa tanrı bizimle anlaşmazlığa düştü ve ülkenin doğu tarafında  kökleri “aşağı tabakaya” ait insanlardan oluşan bir topluluk, daha önce onlarla zarar verici bir savaş yapmamamıza rağmen yeterince gözüpeklik göstererek kuvvetle ülkemizi işgal etti ve kuvvetle bize boyun eğdirdi.

Onların idareleri altında yönetilirken şehirlerimiz yakıldı, tanrılarımızın tapınakları yıkıldı, oturanlar barbarca denecek şekilde kullanıldılar, kadınları ve çocukları köle edildi ve sürüldüler.
Bundan sonra içlerinden Salatis adlı birisini kral yaptılar ve Memfis’te yaşadı, aşağı ve yukarı bölgelerde onlarca özel olan yerlerde askeri birlikler kurdular ve haraçlarını topladılar.

Özellikle ülkenin doğu bölgesini emniyete almaya dikkat ederek, o zamanlar bir tehlike olan Asurluların saldırılarından ve işgallerinden korunmak için Saite Nomos’ta (Sethroite) Bubastik kanalın üstünde uzanan, teolojik olarak da saygı gösterilen çok özel bir şehir olan Avaris adlı bu şehri etrafını kalın duvarlarla çevirerek yeniden inşa ettiler ve hakimiyetlerini sürdürmek için garnizonlara iki yüz kırk bin savaşçı yerleştirdiler.

Salatis oraya yaz zamanı gelir, kısmen tahıl hasatından alır, kısmen paralı olan askerlerinin maaşlarını öder ve düşmanlarına korku vermeye çalışırdı. Bu adam on üç yıl boyunca hüküm sürdü ve ardından Beon adlı birisi kırk dört yıllığına saltanata geçti onu Apachnas otuz altı yıl yedi ay ile takip etti. Ondan sonra Apophis altmışbir yıl, Janin 50 yıl bir ay, Asis kırk dokuz yıl iki ay olarak saltanatı sürdürdüler. Bu, Mısırlılarla savaşmaya ve köklerini kurutmaya pek istekli olan krallarının ilk altılık grubunu oluşturmaktaydı.
Bütün bu milletin adı “Hyksos” olarak şekillendi ve adın ilk hecesi olan “HYK” kutsal metinlere göre “bir kral’a” işaret ettiğinden ve “SOS” hecesinin de “Çoban’a” işaret etmesinden dolayı  geleneksel şiveye göre “Çoban Krallar” anlamında “Hyksos” deniliyordu ama bazılarına göre bunlar Araplardı.”

Şimdi yazının bir başka kopyasında “Hyk” kelimesi “kral’a” işaret etmiyordu ve aksine “esir” anlamına geliyordu ve Mısır dilinde “Sos” kelimesinin “çoban” anlamına geldiği kesin olduğundan bunlara “Esir Çobanlar” deniliyordu. Bu açıklama eski tarihin şartlarına göre bana daha uygun bir tanımlama olarak görülmektedir.

Ama Maneto şöyle devam etmektedir;

“…Bu insanlar atalarını ve krallarını adlandırmadan ve çobanlar olarak çağırmadan önce Mısır’da beş yüz on bir yıl saltanat sürdüler.”  Bundan sonra der ki;

“…Mısır’ın öteki parçası olan Thebais (Tebes) Kralları olan çobanlara karşı isyanlar çıktı ve aralarında korkunç savaşlar oldu.” Daha da ileri giderek;
Alisphragmuthosis’in (Alişfragmutosis) krallığı zamanında çobanlar isyancılara boyun eğdiler ve Mısır’ın öteki parçası olan binlerce hektarlık bir yer olan Avaris’e sürülerek  kapatıldılar”. Maneto devam eder;

“…Çobanlar bu yerde büyük ve geniş duvarlarla çevrili bir şehir inşa ettiler, tapınaklarını kurdular, sahip olduklarını içine koydular ama Thutmosis’in oğlu Alisphragmuthosis, kendisiyle ittifak yapan dört yüz seksen bin adamıyla orayı zorla işgal ederek onları ülke dışına çıkarmayı hesapladı ama umutsuz olmasına rağmen kuşatmanın etkisiyle aralarında anlaşma oldu ve hiçbir zarar vermeden ülkeyi terk etmeyi kabul ettiler ve ailelerini, hayvanlarını ve her şeylerini yanlarına alarak gidecek yerleri olmamasına rağmen “her nereye olursa olsun”  buldukları bir yere yerleşmek amacıyla “iki yüz kırk bin’den az olmamak kaydıyla Suriye’nin vahşi yollarına düştüler. Asurluların korkusuyla Asya’da bir sömürge olan Suriye’de, bu gün Judea (Yuda) adıyla bilinen bir şehir inşa ettiler ve içine kendileriyle gelenlerin bir çoğunu yerleştirdiler  ve sonradan adına Jarusalem (Yeruşalim- Kudüs) dediler.”

Şimdi Maneto öteki kitabında devam ediyor;

“…İşte bu millet “Çobanlar” olarak çağırıldılar ve hatta kendi kitaplarında bile “esirler” olarak adlandırılmaktadır…

Ve onun bu hesabı doğrudur. Eski çağlardaki atalarımızın iş bulabilmek açısından dolaşarak koyunlarını beslemeleri  yüzünden “çobanlar” olarak anılmaları doğrudur.  Nedensiz olarak atalarımızdan bazılarının Mısırlılarca Esirler olarak çağrılmalarına gelince, Yusuf’un, Mısır kralının esiri olduğu ve sonradan ve daha sonra Kralın izniyle Mısır’a kardeşleriyle yola çıkmıştır. Meselenin aslına bakılırsa onlar hakkında başka bir yerden daha kesin bir tahkikat yapacağım.

26- V eşimdi, söylevimi konunun başlıca yazarlarından birinden küçük bir alıntı yaparak onun şahitliğiyle bizim eskiliğimizi kanıtlayacağım ki elbette Maneto’yu kastediyorum. Kutsal yazılarından Mısır’ın tarihini yazacağına söz vermiş olan ve “boyun eğdirdikleri atalarımızın” Mısır’dan binlerce sayıda gelerek yerleştikleri yeri ve tapınaklarını şimdi Judea (Yuda) olarak çağırdıklarını itiraf etmiştir. Şimdiye kadar eski kayıtları takip etti ama bundan sonra, saltanat süresinin ne kadar olduğunu bile yazmadığı kurgusal kralı Amenofis zamanında Mısır çoğunluklu cüzamlılar ile hastalık bulaşmış bir çok kimsenin de bizlere karıştığını ve bunların ülke dışına sürülmeye mahkum edilmiş Yahudiler hakkında derlediği dedikoduları Tutmosis’ten beş yüz on sekiz yıl öncesiyle alakalı olarak fabl benzeri hikayesinde yazmaya başladığını göstermiştir. Onlar sürüldüklerinde Tuthmosis kraldı.

Şimdi, Maneto’ya göre onun günlerinden bu yana araya giren kralların saltanatları 393 yıldır derken iki kardeş olan Sethos ve Hermeus, bunlardan Sethos’un öteki adlarından birisi de Egyptus’tu (Mısır- Mısır adını bu firavundan alır.) ve ötekinin Danaus ile Hermetus’tu demektedir. Hatta, Sethos’un Mısır’ın doğusundan dışa doğru sınırları genişlettiğini ve “51” yıl hüküm sürdüğünü ve ardından gelen en büyük oğlu Rhampses’in “66” yıl saltanat sürdüğünü de belirtmektedir.
Maneto, atalarımızın yıllar önce Mısır dışına bu şekilde sürüldükleri hakkında bizi bilgilendirirken kurgusal kralı Amenophis’i de bizlere tanıtırken der ki;
Bu kral, kendisinden önceki atalarından birisinin de yapmak istediği gibi, Horus’un olduğu kadar öteki tanrıların da gözlemcisi olmayı istemektedir. Hatta, o adaşı olan Papis’in oğlu Amenophis ile arzusuyla bağlantı kurar ve gelecek hakkındaki bilgi ve akıldan ibaret ilahi tabiatı paylaşıyor gibi görünmüştür.”
Maneto ilave eder; “Adaşı  ona  sayıları “80.000”’i geçen cüzamlılar ve bedenlerindeki kusurları olan öteki kirlenmişleri Nil’in doğusundaki taş ocaklarına göndermesi, çalıştırmasyla geri kalan Mısırlılardan onları ayırarak ülkeyi temizleme kararıyla tanrıların memnun olacağını ve böylece kendisinin tanrıları görebileceğini anlatır.” İleride de şöyle devam eder;
57-Akenoton/ Amenofis
Bazı bilge rahiplerden de cüzam bulaşmasıyla kirlenmiş olanları vardı” ancak akıllı ve peygamber olan Amenophis, bu insanlara kötü muamele ve tecavüzkâr davranışlarda bulunulduğunda tanrıların krala kızacağından korkuyordu ve gelecekle ilgili sağduyusuna dayanarak birilerinin bu zavallıların yardımına gelebileceklerini, hastalık bulaşmış bu zavallı adamcağızların kendilerine yapılacak zorbalıklar yüzünden isyan ederek ülkeyi “13” yıllığına teslim alacak bir isyana kalkışabileceklerini ve ülkeyi teslim alacaklarını sağduyusuna dayanrak gelecekle ilgili böyle bir tespitte bulundu ve ileride bunu notlarına ekledi. Her nasılsa Krala bu şeylerden bahsetmemeyi uygun gördü ve bütün bu konular hakkında ardında bazı yazılar bırakarak kendisini öldürdü ve kralı yüreği yanık bıraktı.” Bundan sonra kelimesi kelimesine şunları yazar;

“ Bundan sonra taş ocaklarında çalışmaya gönderilenler uzun bir süre bu üzücü yaşamlarına devam ettiler ve Kral, terkedilmiş çobanların korunup yaşadıkları Avaris şehrini onlara bahşetmekle iyilik ettiğini düşünerek ülkeden ayırmaya karar verdi. Eski teolojiye göre bu şehir şimdiki Typho’nun (Tifo) şehridir.
Fakat bu insanlar o şehrin içine girdiklerinde adı Osarsiph/Osarsif (Osiris’den türetme-Osiris’in oğlu gibi))  olan Hellopolis’li rahibin idaresinde kendilerini isyana uygun bir ortamda bularak şaşırdılar ve ondan gelen her şeye inanmaya, onun dediklerini yapmaya yemin ettiler. Daha sonra rahip onlar için yasalar yaptı ve kendi birliklerine katılanlar dışında hiç kimseye acımayacaklar,artık ne eski Mısır tanrılarına ibadet edecekler ne de kutsal sayılan hayvanlara saygı göstereceklerdi ve hepsini yıkıp, yakıp öldüreceklerdi.

Mısırlıların temel ilkelerine karşı olan bazı benzer yasalar da yaptıktan sonra şehrin duvarlarını inşa eden ellerin çokluğuna güvenerek onlara kral Amenophis’e karşı savaş açmaya hazır olmalarını emretti. Kendisi gibi kirlenmiş olan öteki rahiplerle de işbirliğine girişerek Tefilmosis’den sürülenlerin yaşadığı Jerusalem’deki  (Kudüs/ Yeruşalim) çobanlara elçiler gönderdi. Onlar vasıtasıyla böyle aşağılayıcı muameleye mazur kalanların yaşadığı ülkedekileri de kendi durumlarından haberdar etmiş ve onları Mısır’a karşı açılacak şavaşa kendi rızalarıyla katılmaya davet etmişti. Hatta onlara eski şehirleri olan Avaris’i vereceğini, haklarını korumak için savaşacağını, onlara çokluklarına rağmen hak ettikleri bakım ve yardımları sağlayacağını ve kolayca ülkeyi idarelerine alacaklarına da söz vermişti. Çobanlar bu habere çok sevinmişlerdi ve yürekten gelen coşkuyla bir anda “200.000” kişi bir araya gelerek Avrais’e geldiler.

Ve şimdi Papis’in oğlu Amenophis’in önceden gördüğü ve kendisine anlattığı  büyük karışıklığa işaret eden bu isyancıların işgallerinden kral Amenophis haberdar edilmişti. İlk olarak kral Mısırlıların çoğunluğunu topladı, bir meclis kurdu ve önderlerini öncelikle tağınılan kutsal hayvanları tanrıların heykelciklerini saklamak için tapınaklara gönderdi ve özellikle öteki adı da babası Rhampses’ten adını alan Ramasses olan oğlu Sethos’u rahipleri bu konuda açıkça uyarmak için yola çıkardı.Ama o beş yaşında bir çocuktu.

Ardından kendisi de düşmanla buluşmak üzere geriye kalan Mısırlılardan “300.000” kişilik bir savaşçı birliğini oluşturmaya devam etti. Tanrılara karşı savaşmış olacağını düşünerek savaşa girmeyi tercih etmedi ve Memfis’e gelerek Apis ve kendisine gönderilen öteki kutsal hayvanları da alarak çoğunluğu Mısırlılardan oluşan bütün ordusu ve çok sayıda Mısırlılarla birlikte, idaresinde bulunan, kendisi ve beraberindekilere yiyecek, barınma ve her türlü destek sağlayacağına inandığı Etiopya’ya doğru yola çıktı.
58- I.Ramses'in eşi Nefertari İsis ile resmedilmiş.

Hatta, bu on üç yıllık felaket ile sonuçlanacak olayın başlangıcı nedeniyle gelen sürgün nedeniyle köyleri ve şehirleri de paylaştırdı. Üstelik, Mısır sınırı üzerinde kral Amenophis’i korumak üzere Etiyopya ordusundan bir kamp kurdu. Ve bu Etiyopya’da olan şeylerin ifadesiydi.
Kirlenmiş Mısırlılarla birlikte gelerek ülkeyi yakıp yıkan, kutsal tanrı idollerini kıran, tapınılan kutsal hayvanları (Öküz,keçi,timsah, babun maymunu, ibiş kuşu, kedi gibi)  öldüren, mangallarda kızartan ve onları öldürmeleri ve de kızartmaları için rahiplere baskı yapan bu Jerusalem’li ler olmasaydı, onları kolayca kutsal şeylere saygısızlık ve zarar vermekten dolayı suçlayarak ülkeden kovabilirdi.

O yasaları koyan ve siyaseti yürüten, adı Osarsiph (Ozarsif/ Osarsif) olan Hellopol şehrinin tanrısı olan Osiris mabedinden Heliopolis doğumlu rahibin bu insanlarla gittiğini ve adını değiştirdikten sonra Musa adıyla çağırıldığı da krala rapor edilmişti.”

27-Kısaltmak için bazı yerlerini çıkardığım daha bir çok şeye göre Mısırlıların Yahudilerle alakaları böyle anlatılmaktadır. Ama Maneto gene anlatmaya şöyle devam eder;
Bundan sonra Amenophis büyük ordusuyla Etiyopya’dan geri döndü ve ordunun diğerini oğlu Ahampses’e verdi, kirlenmişler ve çobanlarla savaşa girdi büyük bir çoğunluğunu öldürdü ve kalanlarını Suriye sınırına kadar takip etti”. Bu ve bunun gibi daha neler Maneto’ca yazılmıştır.

31-Şimdi Maneto ile Musa hakkında yapmam gereken bir tartışmam kalmıştır. Şimdi Mısırlılar onun harika,ilahi bir kişilik olduğunu bildiriyorlar ama işin en terbiyesiz ve inanılmaz manada onu Heliopolis’li ve ora doğumlu bir rahip yapıyorlar ve cüzzam bulaştığı için onu ülkeden bu günkü yaşadığımız yer olan Judae’ya (Yuda/Kudüs)  cetlerimizi Mısır’dan getirdiği tarihten tam “518” yıl önce kovuyorlar. Ancak onunla aynı çatı altında yaşamış ve hastalık bulaşmış olması olası olan ötekilerini de orada bırakıyorlar.
Resmi olarak Osarsiph olan adını Moses olarak değiştirdiğinden bahsediyor ki Mısırlılar suya “Moil” derler ve gerçek adı olan Musa’da buna daha yakındır. Maneto’nun kötü niyeti olan kişilere güven vermenin dışında hiçbir işe yaramaycak gerçek tarihle uyuşmayan yanlışlıklardan oluşan böyle gülünç yazıları yazmak için neden tarihi kayıtları kullanmayı tercih ettiğini onları neden çarpıttığını sorgulamak gerekir.

32-V eşimdi ben de Maneto gibi yaptım. Cheremon’un (Şeremon) dediklerini sorgulayacağım. Mısır tarihini yazıyor gibi yapan Maneto’nun yaptığı gibi aynı adlı kralı yani Amenophis’i  ve oğlu Ramasses’i yazan kişiyle devam edelim;
Amenophis uykudayken tanrıça İsis belirdi ve savaşta yıkılan tapınağına karşı günah işlendiğini belirtti. Ama kutsal kâtip Phiritiphantes ona böyle korkunç bir hayaletin çıkması durumunda Mısır’daki bütün kirlenmişlerin temizlenmesi gerektiğini söyledi. Amenophis bu hastalıklı olanlardan “250.000” tanesini seçerek ülke dışına çıkarılmasını istediğinde Musa ve Yusuf onun kâtipleriydi ve Yusuf “kutsal kâtip’ti” ve Mısır dilinde adları, Musa’nın kisi “Tisithen” (Tisitsen) ve Yusuf’unkisi  “Peteseph” (Petesef) idi ve ikisi de Pelusium’a karşılık geliyordu ve “380.000” rastgele seçilenle birlikte Amenofis tarafından Mısır’ın içinde bırakılmamak üzere çıkarıldılar. Bu kâtipler aralaarında birlik oluşturdular ve Amenophis’in karşı koyamayacağı bir sefer başlattılar o da Etiyopya’ya sığındı, çocuğunu ve karısını orada bırakarak yanında dördüncü oğlu Messene ile mağaralara gizlendi. O çocuk büyüdüğünde Yahudileri Suriye’ye kadar izledi ve sonra babası Amenofis’i Etiyopya’dan aldı.”

34- Maneto ve Cheremon’un hesaplarına Lysimachus’un önceki anlatılanlara benzer bir hikâyesini anlatarak milletimize olan kin ve düşmanlığın nasıl inanılmaz belge sahtekârlıklarıyla planlandığını ortaya koyacağım. Sözleri aynen şöyledir;
Mısır kralı Bocchoris’in (Bokçoris) günlerinde Mısır’da beliren kıtlık, salgın hastalıklardan etkilenmiş olan Yahudilerin halkından bir çoğu cüzamlı ve uyuzlardan ve de bazı öbür tür rahatsızlıkları olanlardan oluşuyordu ve tapınakların önüne akın ederek yiyecek dileniyorlardı. Bunun üzerine Mısır’ın kralı Bocchoris kıtlık konusunda danışmak üzere Jüpiter’e tapınan kâhin Hammon’a birilerini gönderdi.
Kâhinden alınan bilgiye göre, tanrının istediği şuydu; “Tapınağını kirli ve dinsiz kimselerden, onları tapınaklardan çöllere kovarak temizlemeliydi ve cüzzamlı ve uyuzların da onlarla birlikte sürülerek tapınakları temizlenmeliydi, güneş yaşamlarında ızdırap çeken bu insanlara kızmıştı ve böyle yapıldığında toprak meyvelerini geri getirecekti."
Kâhinden bu kehaneti aldıktan sonra Bocchoris rahiplerini ve inananlarını çağırdı ve kirli hastalıklı insanları toplayarak askerlere teslim etmelerini, çöle taşımalarını ancak cüzzamlı olanların kurşun levhalara sarılarak denizin dibine atılmalarını emretti. Böylece cüzzamlılar boğulup ölecekler öteki uyuzlar de çöllerdeki yerlerinde sırayla yok olmaya mahkum olacaklardı.

Bu durumda ne yapabileceklerini belirlemek için bir danışma meclisi kurdular gelmekte olan gecede lambalar yakılarak araştırmalar yapılacak, her yer gözlenecek, bir sonraki gece daha da hızlı olunacak ve onların teslim almalarıyla da tanrıların öfkesi yatıştırılacaktı.
 (Tanrılar insan kanı,kalbi ve beyni yemeyi, yakılmış insan eti kokusunu çok severler.Allah’ın Tevrat’ta İsmail’i “yakmalık sunu” olarak isetidiğini okuyoruz. Çevirmenin notu.)
Ertesi gün onlara nasihatte bulunan bir Musa vardı ve onlara “yolculuğu göze almalarını”,yerleşecek uygun bir yer buluncaya kadar yola devam etmelerini nasihat etti ve onlara; hiçbir insana kibar, yardımcı olmamak, tavsiyenin en kötüsünü vermek, altında toplandıkları tanrıların tapınakları ve mihraplarının tümünün altını üstüne getirip tahrip etmelerini emretti ve herkes buna kendi rızalarıyla uymaya ve çölde seyahat etmeye karar verdi. Yolculukları sırasında geldikleri yerleşim birimlerinde tapınakları yaktılar, insanlara kötü davranıp tecavüzlerde bulundular ve Judae (Yuda) adlı bir yere geldiler ve orada bir şehir inşa ettiler, içine yerleştiler ve tapınakları soydukları, yağmaladıkları için Hierosyla (Hiyerosila) adını verdiler sonradan bu şehrin adının kendilerine uymayacağını düşünerek “Hierosolyma” (Hiyerosolima-“Güneş”-Tapınak Soyguncuları- Hiyero Süleyman-) olarak değiştirdiler ve kendilerini de Hierosolymites (Hiyerosolimatlar) dediler.

(Karşı Apion 2:8)
Öteki insanların da peygamberi olması sebebiyle Apion der ki; “Antiokus/ Nemrut bir gün tapınağımızda yatağın üzerinde uzanmış, üzerinde denizin balıklarından kuru toprakların kümes hayvanlarına kadar çeşitli leziz yitecekler bulunan önünde küçük bir masa bulunan bir adam bulmuş ve adam hemen dizleri üzerine çökerek salıverilmesi için yalvarmaya başlamış. Kral ona oturmasını, kim olduğunu orada neden oturduğunu, böyle yürek parçalayıcı iç geçirmeleri, gözlerinde yaşları ile içinde bulunduğu durum hakkında rahatsızlık yaratan şikayetler yapmasıyla masadaki çeşitli yiyeceklerin ne anlama geldiğini sormuş.
Ve adam kendisinin Grek/ Yunan olduğunu, bu eyalete geçimini sağlamak için geldiğini ve birden yabancılar tarafından tutularak tapınağa getirilip içeri kapatıldığını ve kimseye gösterilmediğini ve önceden yapılmış sinsi planla, görünüşte büyük bir ikram gibi görünen leziz bol yiyecekler verilerek şişmanlatıldığını, bir ara yanına gelen hizmetçilerden ona söylenmemiş bir Yahudi yasasına göre bütün yıl boyunca onu şişmanlatıp bir ormana salacaklarını ve öldürerek ayinlerinde kurban edeceklerini, bağırsaklarının tadına bakacaklarını ve her yıl bir Grek yabancıyı böyle yakalama adetlerinin ve Greklere düşmanlıklarının olduğunu ve sonunda vücudunun kalan parçalarının da bir çukura atılacağını öğrendiğini anlatmıştır.”

Böyle bir hikâye zalimlik ve terbiyesizlikten başka hiçbir şeydir. Greklere karşı sinsi işbirliğine gizlice yemin etmek ve onlara tuzak kurup kanlarını akıtmak nasıl olabilir? Ya da Apion’un yaptığı gibi bütün Yahudiler nasıl olur da bir araya gelerek bir insanı kurban ederler kanını akıtırlar ve bağırsaklarının tadına bakarlar ve o adam binlercesine nasıl yetebilir? Ya da nasıl olur da kral bu adamın her kim veya her ne adı taşıdığına dikkat etmeden büyük bir törenle onu gerisin geriye ülkesine göndermez?
Bu vesile ile kendini dindar ve Greklerin büyük dostu olarak sayan ve bu sayede kendisini nefret edilen Yahudi doğumlulara karşı bütün insanlığın büyük yardımlarını sağlayan biri olarak görmek istemekteyiz. Ama şimdi bunu bırakalım ve “kendilerini onlara karşı yapan şeylere başvurmak” için, aptalları kandırmanın çok özel yolu olan “ kelimelerin çıplak anlamlarını” kullanmayalım.”…

Tevrat Tanrısnın Mısır Düşmanlığının Nedeni Bu Sürgün Olayı Olabilir mi?
Yukarıda işlenen sürgün olayının Tevrat’a yansımış apaçık bir Mısır düşmanlığı vardır. Mısır demek Tevrat tanrısının “rakibi, düşmanı” demektir. Şimdi Tevrat’ttan birkaç ayette bu olayları görmeye çalışalım;
Önce sürgüne gönderen kavim “düşman” ilan edilir, vaatler verilir, kovuluşun ardından ayetlerle sürgündeki halka “kutsallık kazandırılmak”  istenilir ve öyle yapılır;
Tevrta-Levililer Bölüm 20;
Levililer.20: 23 Önünüzden kovacağım ulusların törelerine göre yaşamayacaksınız. Çünkü onlar bütün bu kötülükleri yaptılar. Bu yüzden onlardan nefret ettim.
Lev.20: 24 Oysa, Siz onların topraklarını sahipleneceksiniz. Bal ve süt akan bu ülkeyi size mülk olarak vereceğim, dedim. Sizi öteki uluslardan ayrı tutan Tanrınız RAB benim”.
Yahudi Tanrısı Yahveh-Allah,”üstün ırk” olarak Yahudileri seçtiğini böyle açıklar.
LEVİLİLER BÖLÜM 26
Lev.26: 11 “Konutumu aranızda kuracak, size sırt çevirmeyeceğim”.
Lev.26: 12 “Aranızda yaşayacak, Tanrınız olacağım. Siz de benim halkım olacaksınız”.    

Sonra işin aslını bilen sürgünler, yeni yerlerindeki halklarla kaynaşırlar. Bu onlardan kendisine “sürgündekilerden her dediğini yapacak köleler”  yaratmak isteyen rahipleri kızdırır. Zaman gelir tanrı yani rahipler bundan pişmanlık duyar, Yahudiler dışındaki bütün kavimleri de “DÜŞMAN” olarak niteler.
Buyurun Tevrat Hezekyel 20.Bölüm;
Hez.20: 8 "'Ne var ki, bana karşı geldiler, beni dinlemek istemediler. Bel bağladıkları iğrenç putları hiçbiri atmadı, Mısır putlarını da bırakmadılar. Bu yüzden Mısır'da öfkemi onların üzerine yağdıracağımı, kızgınlığımı dökeceğimi söyledim.”

Hez.20: 9 Ama aralarında yaşadıkları ulusların gözünde adıma leke gelmesin(*) diye bunu yapmadım. Bu ulusların gözü önünde İsrailliler'i Mısır'dan çıkararak kendimi onlara açıklamıştım.”
Yas.32: 27 Ama "düşmanın" alay etmesinden çekindim.
Öyle ki, düşman yanlış anlayıp da,
Bütün bunları yapan RAB değil,
Başarı kazanan biziz, demesin."

Hastalıklı insanların iyi kötü Avaris’te bir hayatları vardı ve karınları doyuyordu. Bu cüzzamlı tapınak rahipleri, “devletin en saygın ve en seçkin kişileriyken” cüzzam v.b nedeniyle kamplara doldurulmalarını hazmedememişlerdir.
Hazımsızlıkları onları devlet iradesinden öç almaya sevk etmiş olmalı ki, diğer hastalıklıları isyana sevk ederek bu zavallı insanları kendi hesaplarına alet etmişlerdi.Onlar yüzünden ülkelerinden kovularak lanetlenmişlerdi. Hiç olmazsa arada bir görebilecekleri sevdiklerinden de sürgün sayesinde koparılmışlardı. Rahipler onlara büyük kötülük ettiklerinin de farkındaydılar ve bu farkındalık rahiplere ağır sorumluluk yüklüyordu.
“Hezekyel 20:8” ayette geçen “ulusların gözünde adıma leke gelmesin” ifadesi rahiplerin bu sorumluluktan kendilerini kurtaramadıklarına işaret etmektedir. Yoksa bir tanrı bu kadar basit olamaz. Bütün insani zaaflar bu rahiplerin zaaflarından başka bir şey değildir.
Ne yazık ki gelecekte insanlar bu zaafları “tanrının duygularıymışçasına”  kolayca yutacaklardır.
Sürülmüş hastalıklılara önderlik eden cüzzamlı rahiplerin akıllarının oldukça yerinde ve çok zeki olduklarını takdir etmek gerekir.
 Bu ayetler bize Maneto’nun iddialarındaki gerçekleri yansıtmaktadır. Mısır’a ve öteki uluslara duyulan nefretin kendi hastalıkları yüzünden iğrenilmelerinin bir yansıması olduğu açıktır.

Josefus ve Maneto’nun Yazılarından Yahudi Kültü Hakkında Çıkardığım Sonuçlar;
Devlet Eliyle Tamamen Dinde Reform Operasyonudur. Şöyle ki, Muhtelif bulaşıcı hastalıklarla kirlenmiş olanlar, tanrıların kararıyla ülkeden kovulduklarına ve tanrıların onları terk etmiş olmalarına inandıkları için yazılmış bütün vandalizmi ve barbarlıkları yapmışlardır. Hele kökleriniz asırlarla ifade edilen bir rahip ve firavun ailesine dayanır da, Musa gibi “Osiris’in oğlu” anlamında yorumlanabilecek bir ada sahipken birdenbire “toplumdan atılma kararının mağduru oluyorsanız” olayın şokuyla sadakatin nefrete dönüşmesi olan bu ruh değişimi olayını ister istemez tecrübe edersiniz.

Her üç yazarın anlatımında ortak olan Firavunun onlarla savaşmadan ülkeyi terk etmesi de rahiplere verilen önemi ve onlardan gelebilecek tehlikelere karşı olan korkuyu da simgelemektedir. Sonuç olarak bu istenilmeyen olay kıtlıkla birlikte ortaya çıkan salgın hastalıkların yayılmasından kaynaklanmıştır.
Tapınakların temizlenme konusunu da şöyle açıklamak gerekir. Eski çağlarda insanlar doğuracak kadından geçmeyen ağrılı, rahatsızlık verenine, veba, cüzzamdan v.b. uyuz hastalığına ve akla gelebilecek her türlü hastalığa karşı yöredeki şifacılardan fayda bulamayanından şifacıya gitmeden doğru tapınağa gidenine kadar herkes tapınağın bahçesine gider, gidemeyenler götürülür bırakılırlardı. Orada yatarak tanrının mucizevi şekilde onları tedavi etmesini beklerlerdi. Bir şekilde iyileşenler mutlu, tanrının sevgili kulu olduklarına inanırlardı, ölüp gidenler de durumlarına göre yorumlar yapılarak değerlendiriliyorlardı.
İşte tapınakların bu özellikleri yüzünden ölümcül bulaşıcı hastalıklar kolayca yayılıyor, hızla ve kolayca artıyordu.
Firavunun rüya görmesi, kâhinin kehanetleri bunlar halkı ikna etmek için kullanılan dini materyallerden başka bir şey değildir. Firavun yani devlet, tapınakların artık fayda değil hastalık yayma merkezi olduğunu görmüş ve bu yapının değişmesi kararına varmıştır.
Devlet, toplum sağlığını tehdit eden bu dini yapılanmadan kurtulmak için gene “dini gerekçeleri” kullanırken, işsiz kalan rahip, rahibe ve tapınak ruhbanları da doğal olarak karşı savaş başlatmışlardır.
On dokuzuncu yüzyıldan bu yana sürdürülen arkeolojik kazılardan çıkarılmış papirüs metinlerinden kil tabletlere ve lahit içi yazılara kadar belgelerden edinilen bilgilere göre de gerçekten Firavun Akeneton döneminde bu yönde bir çalışma olduğu kesin olarak tespit edilmiştir.
Bu olayda şahit olduğumuz gerçek tamamıyla Akeneton döneminde gerçekleştirilen ”dinde reform” operasyonudur. Böylece Yahudi Tevrat’ının anlatımındaki ustalığın da sırrının iyi yetişmiş bir tapınak rahibinin derin bilgisine dayalı olmasındandır.

Yahudilerin Apion’a karşı duyguları ne olursa olsun ama bu ihtilaf bazı gerçekleri ortaya sermiştir;
59-NUR- Yahudi Mason Locası İsrail

1-Yahudiler, bu hikâyeyi üstlerine alınarak doğrudan kendilerinin “üstün ırk-tanrının seçtiği kavim” değil de “cüzzamlılar ordusunun soyu” olduklarının anlaşılmasından endişeye düşmüşlerdir. İnsanın bulaşıcı ve öldürücü bir hastalığa yakalanması çok doğal olmasına rağmen, Yahudilerin hastalığa yakalanmış, zenci veya öteki milletlerden oluşan kölelere ve yerli Mısırlılara dayanan soylarını inkâr etmeleri anlaşılır bir şey değildir. Yahudilerin kökleriyle ilgili olarak Cheremon ve Lysimachus gibi adları da Josephus’un ilavesinde gördük. Özünü değiştirmeycek şekilde farklılıklara rağmen hikayeler aynıydı.
Bu durumda Yahudilerin kökleriyle ilgili olan bu metinler üstü örtülmüş gerçekleri ifade etmektedirler.
2-Maneto ve başkalarının da kitaplarını çalarak bilgiyi saklamışlar, başkalarının kendilerini anlatan gerçekleri okuyup öğrenmelerini engellemişlerdir. Bu sayede yalanlarına inanılacak “rakipsiz kültür ortamı” yaratmışlardır.
3-Yok ettikleri kutsal hayvanların kutsallıkları, Mısır gibi ekvator ikliminde her türlü zararlı canlının kolay ürediğinden bu hayvanlar onları yiyerek halkı zararlı hayvan istilalarından koruyorlardı. Mısır tanrılarının çoğunun Kartal, İbiş kuşu (Kelaynak kuşu/ Kara Leylek), doğan şahin, kedi, aslan gibi yılan, çiyan, akrep gibi zararlıları tüketen hayvanlar olmalarından gelmektedir. Onlara verilen zararlar da “toplumdan kovulma cezası” mağduru olmuş asilinden kölesine çok sayıda insanın içlerine düştükleri durumu hazmedememelerinden kaynaklanmaktadır.
4- Yahudilerin neden diğer halklara kolayca karışamadıkları ve çölde “kırk yıl dolaşma” cezasına çarptırıldıkları da böylece ortaya çıkmıştır. Cüzzamlıların ve öteki bulaşıcı hastalık taşıyanların  içlerinden sağlıklı nesilleri seçilerek çölde “yeni bir kavim” yaratılmıştır. Hastalıklı olanların ölerek tükenmeleri beklenmiştir. Bu büyük icraat ta ancak bilgili Musa ve onunla birlikte olan öteki rahip ve asiller gibi bir önder kadrosuyla gerçekleştirilebilirdi.
5-Yahudilerin “üstün ırk” saçmalıkları da asırlardır yaşadıkları bölgede “cüzzamlılar” diye iğrenilmelerinin bir “ruhsal bozukluk” olarak bilinçaltlarına yansımasının sonucu olduğu tartışma götürmez bir gerçek olarak bu efsaneyle ortaya çıkmıştır. Toplumdan kovulmuş olmaları onları onarılmaz bir “ırkçılık” akımı içine sürüklemiştir.
6-Tevrat’ın şu ayetini bir okuyalım; Yar.43: 32 “Yusuf'a ayrı, kardeşlerine ayrı, Yusuf'la yemek yiyen Mısırlılar'a ayrı hizmet edildi. Çünkü Mısırlılar İbraniler'le birlikte yemek yemez, bunu iğrenç sayarlardı.”

Ayette görüldüğü gibi, Yusuf bir başbakan/ Baş vezir (Köle başbakan) olmasına rağmen Mısırlılar ne Yusuf’la ne de Yusuf’un kardeşleriyle yemek yememişlerdir ve bunu “iğrenç” saymışlardır. Nedeni de “cüzzamlı soyundan” gelmelerinden başka ne olabilir ki? Oysa bu ayetin devamında “Mısırlıların çobanlardan iğrendikleri” belirtilerek Mısırlılar resmen karalanmış, insanların gözünde düşürülmüştür. Oysa Osarfis’in yazarı Maneto’nun adının anlamlarından birisinin de “At Çobanı-Seyis” olduğu gerçeğidir. Tanrıların ve kralların bile “insanların çobanı” olduğunu yazan dinlere inanan, tarım, hayvancılık ve çobanlıkla geçinen Mısır’da nasıl olur da “çobanlık” iğrenç meslek olur?
Elbette açıklaması işte bu “Osarfis” efsanesi olunca her şey yerli yerine oturmaktadır.
Musa’nın ve tanrısının neden Mısır’ı “düşman” olarak gördükleri de bu sayede ortaya çıkmıştır. Yahudilerin her şeylerinin komşu kavimlerden çalınma ya da işgalleri altında yaşadıkları dönemde kendilerine yapılan dayatmalardan ibaret olduğu ortaya çıkmıştır. İsrail asla bağımsız olmamıştır ve Tevrat bağımsız ortamda yazılmadığı gibi, başka kavimlerin efsanelerinin Yahudilere göre uyarlanması olarak karşımızda durmaktadır.
7- Yahudilerin ne İsmail ne Lut ne Kenizeliler ne Amorlular ne Hititlilerle ne de Semitik Araplarla ve Greklerle asla akrabalıkları yoktur.
8-Bütün yaptıkları kendilerinin açıklarını keşfeden aydınları tehdit etmek, öldürmek veya bir şekilde aşağılamaya dayalı sinsi komplolarla varlıklarını sürdürmek olduğu Apion’a yazdıkları tehditkâr yazıdan da açıkça anlaşılmaktadır.
9-Ülkemizde salak Osmanlı padişahlarınca devletin teslim edildiği bu adamların seçkinleri gizli açık dışardaki Mason yapılanmalarına ülkeyi peşkeş çekmiş, insanımızın cahil bırakılmasından emperyalizmin köleliğini kabul etmesine kadar her pisliğin içinde olmuşlar, Kürtleri ve Tatarları Yahudi olduklarına inandırarak komşularına düşman etmişlerdir. Yüzyıllardır akıtılmış sayısız masum kanın sorumluları bu işleri örgütleyenlerdir.
10-Televizyon, sinema, yazılı medyada sürekli olarak “soyluluk” kavramını utanmadan öne çıkararak halk arasında olmayan “sınıf farkı” yaratarak insanları bölmüşlerdir.
11-Josephus’un yazısı, Yahudilerin İran himayesindeyken İran etkisinde Tevrat’ı yazdıklarını da itiraf etmesi, “Değişmiş Tevrat” iddialarını da doğrulamaktadır.
12-Soy davası güdenin soyuyla sorunu vardır” tespitim de böylece bir kez daha kanıtlanmış oldu.
13-Akeneton ((ack-en-AH-ten) Mısır firavunları içinde sadece tanrı “Aten’e, ”Güneş diskine” tapınmayı şart koşarak “tek tanrıcılığı” başlatan ve bu yüzden öldürülen tek Mısır Firavunudur. M.Ö.1350’de iktidara geldiğinde bütün tapınakları kapatıp, rahipleri işsiz bıraktığı, tanrıyla sadece kendisinin iletişim kurabileceğini, tanrıdan dileği olanların kendisine bakmasının yeterli olacağı ilkelerini getirerek M.Ö.1346’da Amarna’da Aten tapınağını yaptırmış ve kendisini “tek rahip” tayin etmiştir.
Firavunların ve eşlerinin öldükten sonra “tanrı” olacakları inancına sahip Mısır toplumu için geliştirdiği “kendisi ve eşi Nefertiti’ye” tapınılmasından ibaret inanç sistemi günümüze göre kusurlu da olsa hiç te yadırganacak bir “tek tanrıcı” din değildir.
Bu durumda işsiz kalan sihirbaz kekeme rahip (Tevrat’ta Musa kekemedir) Osarfis’in Akeneton’a düşmanlığı hiç de anlamsız değildir. Bu durum da Yahudilerin önceden neden “putlara” taptıklarını açıklamaktadır. Yani Musa tam bir “sihirbaz ve putperest” Osiris mabedinin başrahibiydi. Tevrat’ın günümüzdeki haline İran dönemindeki Zerdüştlük etkisiyle gelmiş olması gerekir.
-Allah aşkına bu Yahudilerin neresi “Sam soyu” yani “Semitik”?
İnanın bunlar kuraklık yüzünden 2300 yıl önce yurtlarını terk etmiş, kendilerine özgü yaşam biçimlerini koruyan sanatkâr çingeneler bile değiller.
Günümüz Hıristiyanları, tanrıları olan İsa/ Hristos/ Christ’in başının arkasına koydukları bir güneş halesiyle halen Akeneton’un Aten güneş diskine tapmaktadırlar.
Akheneton, insan başlı aslan sfenks olanı güneş
diskinin ışıklarını alırken.


Yahudi kitabı Tevrat Mısır tanrılarından adlarından bazıları “Djehuti/ Jehuti (Yehuti- Yahudi)/Yahweh (Yılan)” olan ve eski Mısır dilinde ululuğu üç kez “wr, wr, wr=Ulu, Ulu,Ulu” olarak belirtilmiş Mısır’ın kâtip tanrısı Thoth’a dayanır. Grekler bu tanrıdan esinlenerek “Üç kere ulu Hermes” anlamında “Trimegistos Hermesus” adını verdikleri şeytan tanrıları Hermetizm kültünü kurmuşlardır.
Her gün girdiğimiz İnternet’te arama motorunu da yapan Yahudi sermayesidir ve neyle başlar?
w.w.w.” ile değil mi?
Dini şeytan olan, tacını bile Hermes’in şapkasından esinlenerek yaptıran mason İngiliz Kraliyeti, ABD ve Yahudi küresel sermayenin ardında takılmak da “şeytanın askeri” olmak değil midir?
Yahudilerin yaptıklarının gerisine artık siz karar veriniz.
Yahudi konusu daha bitmedi ileride gene göreceğiz.

Birde şu Hyksoslar yani Çoban veya esir kralları konusunu ilemenin Türk tarihi açısından önemli olduğu kanatindeyim.
69-Makahali Cinleri
1-Geçicilik- Bu dünyada her şey dönüşüm ve değişikliğe tabiidir. Ruhun en üst düzeyde özgürlüğünü ve kararlılığını sunan ruhsal değerleri elde etmek için mücadeleye değer.


2-Koruma- Bu derin düşünceler altında biri, hastalık, ölüm ve yaşlılığa karşı ne kadar çaresiz olduğunu düşünebilir. Azizlerin uygulamaları ve Arihantlar, Siddaların yolunda tecavüzkâr olmama ilkesini takip etmeyi ihtiyaç hisseden birisi bütünüyle özgür kalabilmeyi icra edebilir ve ruh ta kendisinin kurtarıcısıdır. Güçlü ordularıyla, bilim insanlarıyla, en son ileri teknolojileriyle önderler, kaçınılmaz bir son olan çöküş ve ölümden korunmayı sağlayamazlar. Başarısızlık, aldanma gibi tecavüzkâr olmayan öteki şeylere sığınmaktan kaçınılmalıdır.

3-Dünyevi Varlık- Bir yaşam biçiminden ötekine ruhun göç etmesi acı ve ızdırap doludur. Ruhun bir beden biçiminden ötekine hareket ederken, doğum, büyüme, yaşlanma ve ölüm çemberinden bağımsız kalabilmenin yanılsamasından çıkabilmesi için daimi bir ilişkisi, bağı yoktur.

4-Ruhun Yalnızlığı-  Ruh yalnızca karmanın olumlu ve olumsuz sonuçlarına sahiptir. Bnezer düşünceler, kişinin kendi çabasıyla barışa ve bir arada yaşama yönelmesi için mevcut karmalardan kurtulma çabalarını harekete geçirecektir.
lute;� a�s - �% @! horizontal-relative:text;mso-position-vertical:absolute; mso-position-vertical-relative:text;mso-width-percent:0;mso-height-percent:0; mso-width-relative:page;mso-height-relative:page'> İkisi bir olup bizleri kendilerine köle yaratmışlar ve iyi polis/ kötü polis oyunuyla da köleliğimize devam etmemizi sağlamaktadırlar. İlk öğrettikleri işler daima “madencilik ve çiftçiliktir”.  Sümer’in Adapa/Adamo’sunun Anunnakilerin madenlerinde görevlendirilmeleri ve isyanlarının İnanna tarafından çok üstün silahlarla vahşice bastırılması olayı Sümer metinlerinde yazılıdır. Zekeriya Zitçin bunu 12.Gezegen adlı kitabında çok açıkça ortaya koymaktadır.



Karakter olarak İgigi (Anunnaki) isyanından sonra Sümer’in Ân’ının Enki’ye Adapa’yı yaratma görevi vermesine ve Adapa’yı yasak meyve dümeniyle yeryüzü toprağını işlemeye göndermesine ve Adapa soyunun Anunnakilerin görevlerini üstlenmesinin sağlaması olayındaki rollerine benzemektedir.
Ahura mazda Bilge tanrı olarak Enki’yi andırmasına rağmen görev olarak Ân’a benzemektedir. Ehriman/ Angra Mainyu da onu yaratan ve cennet/Dilmundan çıkaran Enki’yi işaret etmektedir.
Adapa/Adamo/ Adem ve soyu da Zerdüşt’ün tanımlamasında Goyamart’tan çok Maşyo ve Maşyoi birbirine sarmaşık gibi sarılmış olarak yaşayan ağaç insanlar motifiyle Enki’nin kızı Uttu’dan olan sekiz ağaç tanrıçasını Enki’nin yemesi ve tekrar sekiz ağaç tanrıça çocuğa sahip olması, her iki sekiz çocuğun da bütün tanrıların anası ve Enki’nin de karısı olan olan Ninhursag/ Ki’nin lanetiyle kusurlu olmaları kavramından türetilmiş görünmektedir.

Maşyo ve Maşyoi’ nin, “Bu da “ateşin ve meleklerin payı” diye kestikleri koyunun etin 1/3’ünü ayırmalarında gördüğümüz gibi, kendilerini yaratan sahiplerine de “kurbandan pay ayırarak”  tanrılarına vergilerini ödeme olayı anlatılmaktadır. Dikkat edilirse kestikleri kurbanı/koyunu esas olarak “üç parçaya” bölmektedirler. Ateşe (baş tanrıya), meleklere ve kendilerine.  Ateş/güneş Mısır Ra dininde de tanrı Ra’nın kendisi değildir. Onun arada bir içinde kaldığı, bedeninin ölüme yaklaştığı zamanda gittiği yerdir. Onun evreni aydınlatmak (kandil) için ve yarattığı, gezegenleri- toprağı kurutmak için kullandığı araç, toprağa da hayat verdiğinden, yaşam veren tanrının sıfatı olduğundan kutsaldır. Yoksa hiçbir Mısırlı hiçbir zaman güneşe, koça veya bokböceğine tapmamıştır. Bunlar bütün dinlerde tanrının sıfatları olan remz/sembol/ işaretlerdir.

Kökeni İran Zerdüştlüğü/ Yezidiliği ve aynı kökten gelen Yahudilik olan İslam’a (Hac-22;17) inanan Müslümanlar da halen kestikleri kurbanı “üç parçaya” bölmektedirler. İki parçası kurban kesemeyenlere dağıtılır ve bir parçasını kesen ailesi ve misafirleriyle yer.
Koyunun derisinden elbise yapıp giymeleri, Tevrat’ta, yasak meyveden yedikten sonra “utanmayı öğrenen ve incir yapraklarıyla örtünen” cennetten kovulan Âdem ve Hava’ya Allah/ Yahweh’in deriden elbise yapıp giydirmesine karşılık gelmektedir.

İnsanlar işi ayınca, direnince tanrılar insanları yok ediyorlar. Genlerinden yarattıklarını da DNA’larındaki bazı çivileri çıkartarak cinlere/meleklere yani kendilerine “karşı koyamayacak kadar güçsüz” yaratıyorlar. Onlar da işi uyanırsa yok edip daha da akıl ve bden olarak yetenekleri kırpılmış olarak yaratıp,  “kültürel baskıyı korumak” için kullandıkları peygamber ve din denen aracıları devreye sokuyorlar.

Ya da bütün bunlar bazı kavimlerin önderlerinin köleciliğe duydukları ilgiden kaynaklanmıştır;
Bütün bunları başımızdaki devlet adamları halklarını daha kolay sağmak, sömürmek,  itirazsız hükmetmek için uydur(t)muşlardır.

Hint, İran, Arap, Grek= Yahudi kökenli “kölecilik esasına dayalı” dinlerinin, “cin/ şeytanlara” tapınan kavimlerin dinleri oldukları açıkça ortadır. Göçer dinlerde bulunan “kötü ruhlar” insan yaşamında bu kadar etkin değillerdir.

Şimdi İsevilik ve İslam’a kaynaklık eden “Mehdilik- kıyamet”  fantezisinin Zerdüşt kaynağını da yazalım ki eksiğimiz olmasın!

d-Efsane Zerdüşt’ün kişiliğini överek başlar;

“ O şeriate göre düşündü, şeriate göre konuştu ve şeriate göre yaptı, öyle ki dünyada yaşayan kutsalın en kutsalıydı. Gerçekten dünyada en iyi yöneticiydi. Parlaklıkta en parlak, ihtişamda en ihtişamlıydı. Zaferde en muzafferiydi. Onun görünmesiyle cinler kaçıştılar!*
*(Cinlerin yenilebileceği, iyi olanın mutlak egemenliği elde edeceği umudu pompalanıyor.)
Onun dünyaya gelmesi ve öğretisini yayması on iki bin yıllık dünya süresinde son üç bin yıllık sürenin başlangıcıydı.*
*(Zerdüşt zamanı bile tarihte kesin değilken geçmiş tufan sonrası altı “6” bin yılın tarihi hakkında ortada hiç bir şey yoktur.)
Sonunda manevi oğlu Saoşyant gelecek, kurtarıcı dünya Mesihi görünecek, gerçeğin yalan üstünde zaferini tamamlayacak ve tanrının bozulmamış yaradılışı dünyada sonsuza kadar yeniden kurulacak.*
*(İyi umut veriyor, gaza devam.)

Efsane Zerdüşt’ün doğum yerinin ilk insan Gayomart ve Yalnız Yaratılan Öküz’ün (Koca Öküz) ki olduğunu söyler. Daiti ırmağının kıyısında yedi ülkenin ortasındaki Eran Vej’de. (Gene Yahudilerin çıkış yeri)
Doğunca güldü. Doğumunda, büyümesinde sular ve ağaçlar neşelendi. Doğumundan büyümesine sular ve ağaçlar arttı. Doğumunda ve büyümesinde sular ve ağaçlar neşeyle bağırdı. (At yalanı öpeyim inananı)
Cinler ise başka durumdaydılar. Angra Mainyu kuzeydeki yerinden koştu;

110- Tevrat peygamberi Hezekyel tanrısı Yahweh/ Allah tahtında otururken ve Serafim/ Ateş melekleriyle resmedilmiş.
evrat’ın Hezekyel peygamberi ile konuşan Yahweh
ona yemesi için kitap vermesi tasvir edilmiş.
Ve Cinler/Melekler
-Sürüsüyle yok edin onu! Diye bağırdı. Fakat kutsal bebek Aşi Vanguhi diye bilinen duayı okudu ve cinler dağıldılar. (Ne bebek ama!)
-“Efendimizin istediği kutsal şeriattır!” diye dua etti. (Köle işte!) İyi aklın zenginliği bu dünyadaki Ahura Mazda’nın işaretidir. Onun şeriatına göre onun gücünü kullanarak bağışta bulunun ve fakirlere yardım edin! (Gene fakir edebiyatıyla aldatmaca! Oysa kölelik oldukça fakirlik te olacaktır. Köle sahiplerine;”- Köleleri besleyin ki daima daha ucuza köleleriniz olsun!” Diyor açıkça. Kömür, makarna poşet siyaseti yeni değilmiş.)
Peygamber üç karısından (çok eşlilik şartlaması.) en sevdiği karısına gitti. Adı Hovov’du. Üç kez ilişkiye girdi, her seferinde tohum yere geçti*.

*Bu olayda tohumu eşinin rahmine değil yere boşalttığını ve cinlere köle çocuk üretmek istemediklerini anlıyoruz. Bu insanın “kul/köle” yaratılış mentalitesine terstir ve günahtır. Bu yüzden alttaki cümlede aşağılama olayına tanık olacağız. Aynı olay Tevrat Yahuda/Tamara bölümünde, Yakup/İsrail’in oğlu Yahuda’nın oğlu Er’i tanrı sevmez ve öldürür. Karısı tamara kardeşi ile evlendirilir. Kardeşi de tohumunu yere boşaltır. Tanrı onu da öldürür. (Yar/Genesis-38:7,8,9,10.)

Bu onun toprak olduğunu gösterir ki ilk yaratılan insan Gayomart’ın tohumunu alan melek/ cin bu tohumun kuvvet ve parlaklığını* aldı.
*(Yani DNA özelliklerini değiştirdi, aşağıladı Aşağılama işlemi melek ve cin tarafından birlikte yapılmıştır. Bunlar, emirlerine itiraz edecek kadar beyni olan insan istememektedirler.)

Bu tohumlar kozmik yenilenme zamanında üç oğul olacaktı. Ukşyat- Nemangh, Ukşyat- ereta ve sonuncusu Mesih Saoşyant.

e-İşte kâhince vecizeler/Kıyamet Alametleri;

Bir kız Eredat-erata, Kansava gölünde yıkanırken, on iki bin yıllık dünya süresinin sonunda bu tohumdan gebe kalacak ve kurtarıcı Saoşyant’ı doğuracaktı. (Kurtaracaksan şimdi kurtarsana dandik şeytan! Demek ki Angra Mainyu’nun dediği gibi güçsüz veya şu an için teknolojisi yetersiz ya da “köleliğimize” daha çok ihtiyaçları var.)

Önceki ikisi de böyle doğmuştu, “iki bakireden” Srutad Fedri ve Vanghu Fedri.’den.
111- Huble telekopundan elde edilen bir "gezegen çarpışması" resmi-Kıyamet
Topraktan bitki gibi büyüyen Maşya ve Maşyoi önce su sonra bitki sonra süt ve sonunda etle beslendiler. Ölme zamanları geldiğinde önce etten sonra sütten sonra ekmekten vazgeçtiler. Ölene kadar suyla beslendiler. Aynı son bin yılda tat gücü azalacağı gibi.
Bir kutsanmış ekmeğin tadı üç gün ve geceden fazlası için yeterli olacak, insanlar etten vazgeçecek, sebze ve süt yiyecekler. Sonra sütten kaçıp sebze ve suyla beslenecekler. Saoşyant’ın gelişinden on yıl önce “yiyeceksiz” kalacaklar ve ölmeyecekler.

Ölülerin dirilişi Saoşyant’ın gelişini izleyecek. Önce Gayomart’ın kemikleri canlandırılacak. Sonra Maşya ve Maşyoi’nin sonra öteki insanların. Hepsi gövdesine kavuşunca herkes annesini, babasını, kardeşlerini, karısını ve cinsinden ötekileri bilecek. (Bilmek cinsel ilişkiye girmek anlamını da içerir)
 Bunu tüm insanların katıldığı bir toplantı takip edecek, herkes kendi iyi ve kötü işlerini görecek. Bu toplantıda bir adam sürüdeki kara koyun gibi belirecek ve doğru olan iyi arkadaşlarını “kendisini o zaman uyarmadıkları için” şikâyet edecek. Eğer iyi adam onu uyarmadıysa o da utanacak.
 Ardından iyi ile kötü ayrılacak. İyiler doğrudan cennete giderken kötüler cehenneme gönderilecekler.
Üç gün iç gece gövdesi hak ettiği cezaya çarptırılacak ve kötüler üç gün üç gece cennetin mutluluğunu tadacaklar.
Doğrunun kötüden ayrıldığı gün insanların gözyaşları bacaklarından aşağıya akacak. Baba eşinden, kardeş kardeşinden, arkadaş arkadaşından ayrılınca hepsi kendi işinden ceza görecek. Doğrula kötüler için, kötüler kendileri için ağlayacak, çünkü kendi iyi, oğlu kötü bir baba olabilir, kendi iyi kardeşi kötü olabilir.

 Bir meteor düşecek ve dünyanın sıkıntısı koyunlara kurt düşmüş gibi olacak. Ateş ve ateş meleği cehennem ve dağlardaki metali eritecek, bu dünyada ırmak gibi akacak. (Hani cennet?)
Bütün insanlar bu ırmaktan geçip temizlenecek. (Yanacaklar, yok olacaklar.)
Doğru birine bu ateş “ılık sütte” yürümek” gibi gelecek. (At yalanı!)
Kötüye erimiş metalde yürüyor gibi gelecek. (Zaten dağlardaki metaller erimiyor muydu?)
Sonunda en büyük sevgiyle hepsi bir araya gelecek. (Yani beyin meyin kalmayacak, tam köle olacaklar. Sevmeye bile karar veremeyecekler.)
Baba ile oğul, kardeş ile arkadaş birbirlerine sarılacaklar.
-Yıllardır neredeydin?
-Ruhun nasıl yargılandı?
-Doğru muydu, kötü müydü? (Hani sonsuz sevgi? Gene sorgulama başladı!)
Gövde gördüğü ilk ruhu bu sözlerle sorgulayacak. (Beden yok ruh olacağız yani!)
Bütün insanlar, Ahura Mazda ve meleklerine övgüyle yükselen bir ses olacak. Saoşyant yardımcıları ile bir törenle öküzü kesecek, yağından beyaz Haoma’dan ölümsüzlük içeceği hazırlanacak. Bütün insanlara verilecek ve hepsi ölümsüz olacak.
(Mitra ve İsa’nın “Kanımı içmeyen, etimden yemeyen ölümsüzlüğü tadamayacaktır” ifadelerinin kaynağı Zerdüştlükmüş. Ruhî ölümsüzlük üstüne acayip kafa patlatan aldatmacalar dizisi.)

Ve bu dünyada yaşamış olan herkes kırk yaşında olacak, daha erken ölmüş olanlar on beş yaşında olacaklar. Herkese kendi karısı verilecek, herkes karısı ve çocukları ile yaşayacak.
 (İşimiz var. O zamanlar İran’da herkesin karısı, anası, kızı, kız kardeşi, torunu, ablası. Din halkça tutulsun diye böyle yazmış kurnaz Yahudi Zerdüşt. Bu gün kimse bunu istemez. Neyse İslam’da bu emir değişecek!)
Dünyadaki gibi olacaklar ama çocukları olmayacak. Bu dünyada tapınmayanlar ve elbiseyi doğru bir hediye olarak bağışlamayanlar çıplak olacaklar. Ama tapınacaklar ve melekler onlara elbise verecek.

Sonra Ahura Mazda, Angra Mainyu’yu ve her melek kendi karşıtını yakalar.(Göksel kaos) Düşen meteor yılanı yakıp kül eder, cehennemin kokusu ve tozu bu metalle yanar ta ki cehennem temizlenene kadar.
Ahura Mazda cehennemin arazisini dünyayı genişletmek için getirecek, evrenin yenilenmesi gerçekleşecek ve her şey ölümsüz olacak.
Bu dünya buzsuz, dağsız, tepesiz bir ova olacak, hatta zirvesi Çinvat Köprüsü (Himalayalar) olan dağ bile yıkılacak ve yok olacak!..” *
(Bu konu İncil’de Yuhanna “Her şeyi yeniden yapıyorum” bölümünde 144.000 Yahudi’ye verilecek yepyeni dünya olarak yer almıştır. Dinler hep bir birini biraz değiştirerek tekrar ederler, doğrularlar.)
Kynk. Joseph Campbell Batı Mitolojisi. S.172,173,174,175,176-178,179,180


f-Zerdüştlük’te Büyü
Akamenişler ve Büyü

112- Hindistan Yılan tapınağı

Mannarasala Yılan İbadeti tapınağı
Bu güne kadar özellikle, Pers İmparatorluğunun doğusunda Zerdüşt’ün ölümünden sonra gelişen din ile ve Avesta’nın dini ile ilgilendik. Avesta’da bir çok yer adı geçmektedir ancak Rhages’in batısında yer alan günümüz Tehran şehri bölgesinden ise hiç bahsedilmemektedir bu da Avesta inancının sadece doğuda doğmadığı ayrıca doğu İran topraklarında geliştiği anlamına gelir. İran dininin batıdaki gelişmesi Akamenişler ile Greklerin İran dini kayıtlarına ve özellikle Heredot’un kaynaklarına dayanarak açıklayabiliriz. Zerdüştlüğün gelişmesinde kısmen büyü ile oynayan Akameniş krallarının dinlerini dalgalandırdıkları Zerdüşt çalışmalarında muhtemelen iki sorun yoktur. Gene de Daryus ve Zerkses ikisi bizlere kendi dinlerinin ne olduğunu açıklayan güzel kitabeler bıraktılar ve bu yüzden sorun bizi şu soruya sevk etmektedir; Zerdüştlük demekle gerçekte biz ne yapabiliriz?
g-İlkel ve Katolik (Özgürlükçü/her şeyi kapsayan) Zerdüştlük;
Zerdüştlerin dinlerini tanımlamak için dört terim kullandıklarını görüyoruz;
1-      Ahura’nın doktrinini tutan ‘Ahura-tkaesha(Keyşa)’ veya ‘ahuralar,
2-      ‘Daeva’ lara (Diva) karşı olan ‘Vidaeya’lar,
3-      Zerdüşt’ün takipçisi olan ‘Zerdüştiler,
4-      Ahura Mazda’nın ibadet edenleri olan ‘Mazdayasni’ler.
Son terim dinin resmi şekillenmesinde değişmez hale gelmiştir. Akameniş krallarından en azından Daryus Ahura Mazda’nın ibadet edenleri olduklarından dolayı kesinlikle ‘ahura-tkesha’ ve ‘mazdayasni’ydi, ne Daryus ne de Zerkses başka tanrıdan bahsetmemişlerdir.
Zerkses kesinlikle ‘vidaeya’ydı ve o imparatorluğun her yanında ‘daeva’lardan mahrum edildiği görülmektedir. Bütün bunlara rağmen peygamber Zerdüşt’ün öğretisini itiraf eden Zerdüşti olup olmadıkları şüphelidir. Hint imparatoru Aşoka’nın Budist dindarlığında Buda’dan bir kez olsun bahsedilmediği gibi Zerdüşt’ten bahseden bir tek yazıt bile yoktur.
Bundan hareketle, ilkel Zerdüştlüğün daha sonra genişleyerek Katolik Zerdüştlüğe ayrıldığından kesin olarak emin olabiliriz ve peygamberin gerçek öğretisinin Akameniş krallarınca uygulanan ve halka hatırı sayılır bir şekilde baskıyla yukarıdan dayatılan yaygın din ile kökten değiştirildiğini hissetmemek elden gelmemektedir. Emin olabileceğimiz tek neden sadece M.Ö.441’de kral I. Artakzerkses zamanında Katolik Zerdüştlüğün tanrılarının öne çıkanları ile ayların yazıldığı takvimin yapıldığı takvim reformu hariçtir. Bu yüzden I.Artakzerkses’in (M.Ö.465-425) zamanında, imparatorluğun resmi dininin ‘katolik Zerdüştlük’ olduğu ve Avesta’da Zerdüşt’ün ilkelerine uyularak ‘daeva’lara tapınılmasının yasaklandığı bilindiğinden bu dönemde Zerdüşt’e saygı gösterildiğinden emin olabiliriz.



adilyargiccadilyargicKeykubat/ AlaeddinYavuz




Bu kitabın telif hakları ©/ adilyargic/adilyargicc/keykubat/Alaeddin Yavuz'a aittir. Copyright © of this article is belong to adilyargic/adilyargicc/keykubat/Alaeddin Yavuz.


KİTABI  SIRAYLA OKUMAK İÇİN TIKLA