h-Büyük Daryus’un Tanrısı
Daryus kral oluşunu kendisinin “yeteneklerine” dayandırmamıştır. “Ben Ahura Mazda’nın arzusu ile kralım”, “Ahura Mazda bana krallığı bahşetti ve beni kral yaptı” der. Ahura Mazda insan olarak beni dünyadakilerin arasından seçti ve beni bütün dünyanın kralı yaptı. Ona ibadet ettim ve bana yardım etti. Hükmetmem için gereken her şeyi bana kolay kıldı. Her ne yaptıysam onun arzusuna uygun yaptım. Akıl tanrısını tek yaratıcı tanrı olarak benimseyen Daryus öteki tanrıları da “Akıl Tanrısının” yanında tanımaktadır ve onları “öteki tanrılar” olarak anar ve onları yakarmak, yardım ummak için adlarıyla anmaya yeterli görmez. Üstelik Zerdüşt gibi kendisini tanrısına yabancı da görmez ve bana “Ahura Mazda arkadaştır”. Zerdüşt’ün tanrısı gibi Daryus’un tanrısı da yeryüzünü ve cenneti yaratan tanrıdır. Büyük tanrı Ahura Mazda yeryüzünü yarattı, daha genç olan gökyüzünü yarattı, insanı yarattı, insan için mutluluğu yarattı, hüküm süren birçoklarının arasında Daryus’u kral yaptı.
Behistan’daki büyük bir Daryus kitabesinde imparatorluk çapında çıkan isyanlar anlatılmaktadır ve önemli olan ise isyanları yalanla önlemesidir. İsyanlar kral olmak isteyen yalancılarca çıkarılmıştır gerçekte isyan için gerekli bir neden yoktur.
Yalancılık Daryus’a göre “gerçeği savunmak için olduğu kadar kurulu bir düzene karşı yapılan saldırıdır”. Ahura Mazda’nın düzeni doğruluk, barış ve refah üzerine kuruludur ve onun niyeti barış dolu bir toplumda zenginleşmeyi başarmaktır. Daryus ona ve bütün tanrılara ülkesinden düşmanları, kıtlığı ve yalanı uzak tutmak için ibadet eder. Bu kaynaklarda kötülüğün yeryüzünde gelişmesinden bahsedilmemiştir o kesinlikle tanrıdan değildir, o sadece mükemmel olanı yapar ve kötülük ondan kaynaklanmaz. O gerçeği saklayanı cezalandırır ve bu onun adaletinin görünmesinden başka bir şey değildir. O maddi ve manevi iyi olan her şeyin kaynağıdır ve Daryus iyi olan bütün yanlarının tanrıdan kaynaklandığını görmektedir.
114- Dara'nın Nakşi Rüstem'deki oyma mezarı |
i-Daryus’un Zerdüştlüğü;
Daryus’un dini, Ahura Mazda’yı “Ulu, tanrıların en büyüğü” olarak tanıyan Zerdüşt öğretisi ile uyuşmaktadır ama öteki tanrıların varlıklarını da inkâr etmemektedir. Ahura Mazda yeryüzünün, insanın ve cennetin yaratıcısıdır ve “gerçeğe” sahip olduğu sürece insanın dostudur. İnsanı kötülükten korur, onun barış ve huzur içinde olmasını ister. O bütün yasal olarak belirlenmiş otoritenin, gerçeğin ve doğruluğun yazarıdır ve insan onun tarafında doğru yolu takip edip yalana karşı ömrü boyunca savaşmalıdır. Asla ‘rasta’yı, doğru yolu bırakmamalıdır, Daryus vatandaşlarını isyan etmemeleri için uyarmaktadır.
Zerdüşt öğretisi şu sözlerle sona erer; “ Bir olan gerçeğin yoludur ötekileri yol değildir”.
Temelinde Daryus’un dini Zerdüşt’ün dinine çok yakındır. Üstün tanrı aynı adla aynı tanrıdır, doğruluk ve gerçek gibi aynı esas üstünde ısrar edilir ve iyi ve kötü gibi aynı ikileme işaret edilir. Elbette ki vurgu ikiye ayrılır.
Daryus’a göre “yalan” siyasi otoriteye karşı isyan etmektir ve siyasi otorite “akıl tanrısının” hediyesi de olduğundan isyan da tanrıya karşı gelmektir.
Zerdüşt’e göre ise yalan gerçek peygamberlik öğretisindeki yalandır yani adaletsizlik ve kötülüktür.
Ama her ikisinde de ikilem esas olarak aynı kavramdır; İlahi takdir olan gerçeğin düzeninin ihlali bir yerde peygamberle ve ötekisinde kralla birleşmektir. Gerçek ve yalan arasındaki ikicilik Zerdüşt’ün Gatalarında olduğu gibi Daryus’ta da keskindir, Daryus evrendeki karmaşayı sadece kendi imparatorluğundan ibaret görerek alanı daraltırken Zerdüşt geçerli evrensel ilkelere göre siyasi ve ekonomik olarak görür.
Bu ilkelere göre Daryus’un Zerdüştlüğü “ilkel Zerdüştlüktür”. Ne yıkıcı ne de cömert ruhlardan ne de Zerdüşt’ten ve Gata’lardan hiç bahsetmemektedir.
Bu da Zerdüştlük reformunun cahilliğe dayandığına belirgin bir işarettir. Ahura Mazda’ya sadık olan bağlılığı, gerçek ve yalan ikilemine, Ahura Mazda’nın tek tanrı olduğuna, insanı cennetin ve yeryüzünün yaratıcısı olmasına yaptığı vurgu ilkel Zerdüştlüğün seçkin ilkeleridir.
Kendisini Zerdüşt’ün öğretilerine aşina olarak göstermez ve cömert ruhların çok saygı gördüğü batı İran’da bu nedenle gerekli ilgiyi de görmez. Daryus yazıtlarında “Krallık” dışında hiç bir şeyi adla belirtmez ama ‘rasta- doğru ve gerçek’ olarak açıkça belirtilen ”Asha/Aşa” ve ‘vohumanah-İyi Akıl’ zaten kendi düşüncesizliği içindeki uyumsuzluk ile krala bahşedilmiştir. Krallık kral içindir, onun kendi ülkesi Akıl Tanrısının ona bağışladığı Pers imparatorluğudur ve bu yüzden onu elinde tutmalıdır. Son analize göre ülke tanrınındır ve tanrının ülkesinde gerçek, doğru fikirliliğe dayalı olan onun yasası ilan edilmeli, tanrısının Daryus’a emanet ettiği tanrının yeryüzü krallığıyla uğraşan yalanın bütün görünümleri önlenmelidir.
Daryus, zamanındaki bazı şekilleriyle yapılanmış olan Zerdüştlüğü desteklemeksizin Zerdüştlük öğretisinin hayati özünü kabul etmiş görünmek zorundadır. O ileride çıkacak Sasani imparatorları gibi dindar kurumlarıyla övünmek yerine sadece tanrının kendisine bahşettiği hediyenin manevi önemi ile övünebilir. Daryus, kendi Gataları dışındaki Zerdüşt metinleri adlı yazıtlarda bizimle Zerdüşt’ün ruhu gibi konuşur. İleriki adımda onun Zerdüştlüğünü kendi terimlerimizle tanımlamak ve ilan etmek için adım atsak da atmasak da bu böyle olmalı ve onaylanmalıdır. Gerisi zamanı boşa harcamaktır.
Daryus Zerdüştlük inancının özüne yapışmıştır ve milli kültü yok etmek için hiçbir şey yapmamıştır. Bize denildiğine göre, Zerdüşt’ün peygamberlik hoşgörüsünün eksikliği içinde büyücü Gaumatayı yok ederek onun gaspçısı olmuş ve ibadet yerlerini yeniden onarmıştır çünkü tanrı onu kral olarak seçmiş ve kralın ilk görevi de önce düşman ordularını ortadan kaldırmaktır. Bir kralın yalanının amacının yorumlanması onun bir peygamber değil bir kral olması şeklinde olmalıdır. Zerdüşt için krallık ve peygamberlik “birleşiktir ama kral Daryus için krallığın uysallaştırılması ve krallığın yeniden inşası onun birinci görevidir. İmparatorlukta olduğu gibi kısmen bir İranlı olarak geleneksel dine müdahale etmeye asla niyet etmedi. Bu yalnızca onun krallar kralı olarak görevi değildi ayrıca da tanrının da emriydi.’ Ahura Mazda yeryüzünün bir hengâme içinde olduğunu gördüğünde krallığı bana bahşetti. Beni kral yaptı, adını yeniden onardığım Ahura Mazda’Nın arzusu ile ben kralım. Tanrının arzusu yeryüzünde hengâme olmasın, hükumet, barış ve refah olsun şeklindedir.
Kötü yaptığı söylenildiğinde çoğunlukla, “Vilayetlerde her bir insan ötekini öldürüyordu ve karmaşa hâkimdi. Her insan kendi yerinde olmalıdır. Benim yasam zayıfı ezecek güçlüye korku verir”.
Daryus’un tanrısının yaratıcı işleri olarak gösterdiği işleri Zerdüştlüğün bütün tarihi boyunca yenileyici, yapıcı, üretici yönleriyle uyum içindedir. Gerçek üreticidir yalanı imha eder.
j-Zerkses Yazıtları- Daiva
Daryus’un bu metinlerinden daha çok sonuç çıkarabiliriz. Oğlu Zerkses, onun kendi dininin kalitesini kıyaslayabilecek bir delil bırakmamıştır fakat 1930’larda gün ışığına çıkan bir yazıt onun kendisine ait bir dini politikası olduğunu göstermektedir. O da babası gibi bir Ahura Mazda ibadetçisiydi, insanı ve insanların mutluluklarını, yeryüzünü, cenneti yaratan olarak bildirdiği özellikleri dışında öteki tanrılar hakkında bir sonuç vermemektedir.
İlave olarak, önceden beri ibadet edilen ‘daevalar’a (küçük Cinlere) ibadet durdurulmalıdır demektedir işte söyledikleri;
“Vilayetlerde eskiden beri daivalara ibadet edilen özel yerler vardır. Bundan böyle Ahura Mazda’nın arzusuyla daiva (Diva/Şeytan/Cin) kültünün kökünü kazıdığımı ilan ediyorum; Daivalara ibadet edilmemelidir. Önceden Daivalara ibadet edilebilen her yerde, özel ayinlerin yapılmasıyla ibadet ettiğim Gerçek ile uyumlu Ahura Mazda’ya ibadetim olacaktır. Ben iyi yaptım ve yaptığım her şeyi Ahura Mazda’nın isteğiyle yaptım. Ahura Mazda görevimi tamamlayıncaya kadar bana yardımını sürdürecektir.
“Ey sen, benden sonra gelen, hayattayken mutlu, öldüğü zaman kutsanmış olmak için gerçekle uyumlu olarak Ahura Mazda’nın kurduğu imana saygı göster, doğru şekilde yapılan ayinlerle ona ibadet et! Ahura Mazda’nın kurduğu yasaya hürmet eden ve gerçekle uyum içinde yapılan doğru ayinlerle ona ibadet eden canlıyken ve ölüm sonrası her iki yaşamda kutsanmış ve mutlu olacaktır!”
Gatalarda bozulmayla birleşerek gelen Hint-İran tanrılar sınıfını oluşturan ve Zerdüşt’ün kuvvetle saldırdığı divalardan metinlerde neredeyse hiç bahsedilmemektedir. Burada, Zerkses’in divalara ibadet edilmesini yasaklayan Zerdüştlüğü Zerdüşt’ten önce mükemmel şekilde ifade den biri olmasından bahsetmeye gerek yoktur. Ahura Mazda’nın yasasını vahiyleriyle kuran Zerdüşt’ün Avestasında, daivalara karşı olan ve Zerdüşt’ün yasası olmak üzere iki yasa vardır. Açıkça görülebileceği gibi Zerdüşt divalara tapınılmayan bir toplumda doğmuştur.
Diğer yandan Ahura Mazda’ya “doğru ve gerçekle uyum içinde” bir ayinle ibadet edilmesinin emredilmesi, Ahura Mazda ibadetinde “Gerçek’in” (arta=Avesta’da Aşa) dinin temeli edildiği yenilikçiliğin (Ortodoks) Zerdüştlükte zaten var olduğunu göstermektedir. “Artayan” (Avesta’da Aşayan/Aşiyan) sözü, sonraki Sasani ve Zerdüşt metinlerinde genellikle “ölünün kutsanmışlığını” ifade etmekte kullanıldı. Daryus konuşmalarında ölünün doğruluğu ve mutluluğunu ifade etmek için sıklıkla söylenilen;” Ahura Mazda’ya ibadet eden yaşamında ve ölümünde gücü ve mutluluğu tadacaktır” ifadesindeki terminoloji Zerdüştlüğe ait değildir ve Zerkses’e aittir. Zerdüştlüğün devlet kültü haline getirildiği Zerkses’in saltanatında ortaya çıktığı görünmektedir.
k-Zerkses’in bir Zerdüştlük işi;
Heredot sadece Persleri değil krallarını da kendisi için “insan kurban etmekle” suçlamaktadır. Zerdüştlüğün gelişiminin mükemmelliği açısından kendi hesabımıza bu şaşırtıcı değildir. Zerdüşt hayvan kurbanını bile yasaklamış olsa da diğer yandan özel bir şekilde hayvanları mahkûm etmiş olabilir. Bilmiyoruz. Ama bildiğimiz, doğu İran Zerdüştlüğünün dini edebiyatının Yasna’larında korunan “Haoma suyu” elde etmek için ayinlerde inek ve öküz kurban edilmesi ayininin batı İran kültünde korunmuş olması anlamına gelebilir.
Hayvan kurbanının gerek Zerkses gerekse büyü için uygulanması buraya kadar anlatılanların ışığında ve bundan ne umulacağı konusunda gerçekten şaşırtıcıdır. Helespont’un onu dayakla cezalandırmasına benzer olarak (pişman olduğu söylenilmiştir.) uyuşmazlık Zerdüştlüğün suya olan derin saygılarından değil Zerkses suyu acı bulduğundan onu haşlamıştır ve daha sonra yazılmış bir Zerdüşt metninden anladığımıza göre ‘Yıkıcı ruh/şeytan’ bir şey bulaştırarak suyun tadını bozmuştur ve acı yapmıştır. Şeytan tarafından bulaştırılan şeyle tadı acı olan suları Zerkses’in niçin dayakla haşladığına başka gerekçe yoktur.
Hayvan kurbanının gerek Zerkses gerekse büyü için uygulanması buraya kadar anlatılanların ışığında ve bundan ne umulacağı konusunda gerçekten şaşırtıcıdır. Helespont’un onu dayakla cezalandırmasına benzer olarak (pişman olduğu söylenilmiştir.) uyuşmazlık Zerdüştlüğün suya olan derin saygılarından değil Zerkses suyu acı bulduğundan onu haşlamıştır ve daha sonra yazılmış bir Zerdüşt metninden anladığımıza göre ‘Yıkıcı ruh/şeytan’ bir şey bulaştırarak suyun tadını bozmuştur ve acı yapmıştır. Şeytan tarafından bulaştırılan şeyle tadı acı olan suları Zerkses’in niçin dayakla haşladığına başka gerekçe yoktur.
Yine Zerkes’in kendisinde ve büyü için rüzgâra, Setilere, Nereidlere ve Asena’ya kurban kesmesi konusunda şaşırtıcı bir şey yoktur. Çünkü o İlkel Zerdüştlüğe göre Katolik (özgürlükçü) Zerdüştlükte de Ahura Mazda’dan başka tanrıların da olduğunu söylemektedir ve umulacağı gibi savaşta kendisine zafer kazandırması ve ittifak yapması için kast düzeninin koruyucusu olan rüzgârı (Vayu) onurlandırmak istemiş olabilir.
Asena ve Setiler (Tethis) Helenleştirilmiş İran tanrılarıdır, Asena, Anahita’yı ve Nereidler de Gataların yedinci bölümünde, ‘Sudan Olanlar’ kısmında geçen Ahura Mazda’nın eşi olan Ahuranileri temsil etmektedirler. Bu yüzden Heredot’un Zerkses’i ileriki Zerdüşt metinlerinde yer alan Katolik Zerdüştlüğe uymamakla suçlaması yersizdir. Ruhi bakımdan Zerkses Zerdüştlükte babasından ileri gitmiştir ve bilinçli olarak bağlı olduğu peygamberin dinini büyü konusunda farklı yorumlayarak bozmuştur.””
Türkçeye çeviren/Alaeddin Yavuz
Çeviri yazının bize verdiği önemli nokta, Pers imparatoru Dara/ Daryus kendisinden bin yıl önce yaşamış Babil tasavvufunda çok sayıdaki Sümer tanrılarının öne çıkanlarının karakterlerinin, sonradan baş tanrı olan Ea’nın oğlu Marduk’un baş tarı olmasıyla onun karakterinde toplandığını okumuştuk.
Aslan,Sfenks görünümündeki Akeneton'un Aten'i Güneş |
Yukarıda bu örnekleri vermiştik. Akeneton ve Babil’in ardından gelen Asur döneminde de Suriyelilerin kendilerine adlarını veren bir Suriye tanrısı olan “Aşşur/ Asur’u” ürettiklerini ve onu Marduk’un önüne geçirip “tek ve milli tanrı” yaptıklarını görmüştük.
Pers imparatoru Dara’nın da bu yolda olduğunu özellikle Asur krallarının kendilerini Asur’un önüne geçirmeleri geleneklerini benimsediğine şahit oluyoruz. Dara kendisini “tanrının yardımı ile kral olan” ama “tanrıyı arka planda tutan” biri olarak ortaya koymuştur.
Özet olarak Babil ile başlayan, Asur ile süren “tanrıyı tekleştirme ve millileştirme” siyasetinin Dara ve oğlu Zerkses döneminde gelişerek sürdüğüne tanık olduk.
Bu göksel varlıklara karşı içten içe süren bir “bağımsızlık duygusunun” yansıması olarak algılanmalıdır. Ama cinlerin geçmişte boş durmadıklarını görmek için efsanelere devam edelim.
l-Er Konusu;
Bu cinler insanı “üremesi” yolunda teşvik etmişler ama kendi haline bakıp çocuklarına acıyan Maşya ve Maşyoi gibi “yaşamasınlar daha iyi” gibisinden yediklerinde ise onların “cinsel isteklerinin tahrik edilip çocuklarıyla çoğalmalarını teşvik ettiklerini görüyoruz.
Bunun yanında, Ahura Mazda gibi birisi “kul/ köle insana “koruyucu” görünüp “ebediyet” vât ederken insanı çalıştıran ve postabaşılık yapan Ehriman/ Angra Mainyu* gibisi de “şeytan/ kötü Cin’i” oynamaktadır.
Burada bir parantez açarak Hürmüz ve Ehriman adlarının dilbildisi açısından gelişimleri hakkında biraz olasılıklar üretelim;
Ahura Mazda başlangıçtaki “A” harfinin telaffuza güçlük çıkarması yüzünden düşmesiyle “Hura Mazda”ya, zamanla “Hurmazd”a ve ses uyumunu da Türk işgalleri döneminde “Hürmüz” e dönüşmüş olması olasıdır. Batılı filologlar da zaten bunun “Ohrmazd”a ondan “Hürmüz”e dönüştüğünü öne sürmektedirler.
*Angra Mainyu adları Hint/İran/ Arap/ Grek dil grubundan olan İspanyolca ve İtalyanca’da Türkçe’deki gibi okunmazlar. “NG” harfleri dilin ortasının damağa yaklaştırılmasıyla söylenirler ve yaklaşık olarak “Ağnra/ Aynya” gibi söylenir. “Aİ” harfleri de dilimizde “ay/ ey” seslerine denk gelir.
Bu durumda, Aynra Maynyu/ Ayra Manu/ Eyre Menu söyleyişleri de “m” ve “y” seslerinin düşmesiyle elde edilir. “Ayra Manu” zamanla “Ayrıman” a dönüşmüş ve bunun telaffuzundan “Ehriman” üretilmiştir. “H” harfinin söylenmediği hallerde “Eriman- Erman ve hatta Arman yani Ermeni adları” ortaya çıkar bu da bu ad ve efsanenin Türk destanından üretildiği sonucunu verir.
İran dinlerinin ardından gelen Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerde aynı oyunun sürdüğünü ancak “iyi” tanrının kötü cine karşı daha güçlü olduğu imajı verilmektedir.
Ehriman’ın da böylece Türk Karahan destanından İran diline uyarlanarak alınması ihtimalini de işlemiş olduk.
“ER” Türklerde “Karahan Yaratılış Destanına” göreTanrı Karahan ile birlikte başlangıçtan beri var olan, Tanrı Karahan’ın yeteneklerini çekemeyen “fesat insan”a Karahan’ın verdiği bir addır. Karahan Yaratılış destan metninde şöyle tanımlama yapılır;
“...Bundan sonra senin adın Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar ise benim olsunlar!..." Bu cümle Zervan’ın çocukları olan Hürmüz (Ahura Mazda) ile Angra Mainyu (Ehriman’ın) anlaşmaları mitinin kökenidir.
Türk destanının daha eski olduğu açıktır. Bu destan cümlesinde Karahan/ iyi cin/ tanrı ile “kötü cin/ kötü insan” olan Erlik arasında biz “kul/köleler” aslında başlangıçta paylaşılmış durumdayız. Olay basittir, “sahibine karşı gelen ötekinin kölesi olacaktır.”
Destan metninden de anlaşıldığı gibi “Erlik Han” Mısır, Hint kökenli İbrani dinlerinde insanın cennetten kovulmasına neden olan “Şeytan”ı temsil etmektedir.
Diğer yandan her biri de birinin “günahkâr saydığı” yaratıklara da talip oluyorlar. Bu da ilginçtir. Kurtuluşumuz hiç yoktur.
Ama Tanrı soyundan olduğu için o da kutsal “Tanrı’lardan” olduğu için Âdemoğullarınca sayılmakta ve adı çocuklara verilmektedir. Yakup Peygamberin oğlu Yahuda’nın yaptığı gibi.
Yahuda ile Tamar (Yahuda Yakup’un karısı Lea’dan olan 4.oğlu).
“Yar.38: 3 Kadın hamile kaldı ve bir erkek çocuk doğurdu. Yahuda ona Er adını verdi.
Yar.38: 6 Yahuda ilk oğlu Er için bir kadın aldı. Kadının adı Tamar'dı.
Yar.38: 7 Yahuda'nın ilk oğlu Er, RAB'bin gözünde kötüydü. Bu yüzden RAB onu öldürdü.”
Görüldüğü gibi Tevrat’ın tanrısı “ER” adına bile tahammül edemiyor. Türk tanrısı da öyle göklerde gezegenlerini, medeniyetini yok ettiriyor ama gene şeytanla çalışmaya devam ediyor.
Tevrat’ın da tanrısı bakalım başka ne yapıyor?
“İyi cin/ iyi Tanrı” gene şeytanı denetçi olarak kullanmaktadır. İşte Tevrat Eyüp’ün başına gelenler. “İyi Cin/ Tanrı Yahve, kendisine şüphe duymadan tapan “tek insan” Eyüp’u kimden soruyor dersiniz?
Evet dediyseniz bildiniz. Elbette Şeytandan okuyalım. Tevrat Eyüp 1.Bölüm;
Eyüp'ün İlk Sınavı
Eyüp.1: 6 Bir gün ilahi varlıklar * RAB'bin huzuruna çıkmak için geldiklerinde, Şeytan da onlarla geldi.
D Not 1:6 "İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları".
D Not 1:6 "İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları".
Eyüp.1: 7 RAB Şeytan'a, "Nereden geliyorsun?" dedi.
Şeytan, "Dünyada gezip dolaşmaktan" diye yanıtladı.
Şeytan, "Dünyada gezip dolaşmaktan" diye yanıtladı.
Eyüp.1: 8 RAB, "Kulum Eyüp'e bakıp da düşündün mü?" dedi, "Çünkü dünyada onun gibisi yoktur. Kusursuz, doğru bir adamdır. Tanrı'dan korkar, kötülükten kaçınır."
Eyüp.1: 9 Şeytan, "Eyüp Tanrı'dan boşuna mı korkuyor?" diye yanıtladı.
Eyüp.1: 10 "Onu, ev halkını, sahip olduğu her şeyi sen çitle çevirip korumadın mı? Elleriyle yaptığı her şeyi bereketli kıldın. Sürüleri bütün ülkeye yayıldı.
Eyüp.1: 11 Ama elini uzatır da sahip olduğu her şeyi yok edersen, yüzüne karşı sövecektir."
Kendisine “hiç şüphe duymayan” kulundan şüphelenip kısacık hayatını kimsenin görmediği acılar içinde geçirmesi için bu tanrı “en iyi kulunu“ Sahip olduğu her şeyi “Senin eline bırakıyorum”. Diyerek en başta “kendisine olan güvensizliğini” ortaya koymuş ve şeytana teslim etmiştir.
Hıristiyanlıkta da farklı bir şey yok ve son din olarak bilinen İslam’a geldiğimizde durum nedir? Bakalım;
Bu ayette “köle/ kul cinler” den bahsedilmektedir. Onların bizden farkı yoktur. Ereşkigal’in cehennemindeki bekçileri gibi “aşağı düzeyde” yaratılmışlardır.
116- Cin dinindeki kutsal cinler ve şeytanlar |
34:13. Onlar, Süleyman için, mihraplardan/ kalelerden, heykellerden, havuzlar gibi çanaklardan, yerinden kaldırılamaz kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davûd ailesi, şükür olarak iş yapın! Kullarım içinden sükredenler okadar azki!
34:14. Sonunda, Süleyman için ölüm hükmünü verdiğimizde, onun ölümünü, değneğini yiyen dâbbetül arzdan/ağaç kurtçuğundan başkası onlara göstermedi.Süleyman, yere yığılınca açıkça anlaşıldı ki eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı.”
Bakara2:268. “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size görünür görünmez çirkinliklere sürükler, Allah ise size kendisinden bir bağışlanma ve lütüf vaateder. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir”.
A’raf Suresi 7;11-“And olsun ki sizi yarattık, şekil verdik sonra da Meleklere “Âdem’e secde edin diye emrettik.” İblisten başka hepsi secde ettiler.”
7:13-“Ve Allah buyurdu; ”Cennetten meleklerin içinden in öyleyse. Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın”.
Burada şeytana fena bozuk atan bir tanrı var. Avutucu, güven veren tanrı devam ediyor;
7:16-Ş”eytan dedi ki; ”Şüphesiz, onlara önlerinden, arkalarından sağlarından, sollarından yaklaşacağım. Sen de onlardan birçoğunu şükredenlerden bulamayacaksın.”
Şeytan da aşağı kalmıyor ve postasını koyuyor. İşte İnsanlar “şeytanlara/ Cinlere niye tapmasın?
İşte sonunda “suç mağdura, köle/kul’a” yükleniyor;
7:19-“Allah yine buyurdu; “Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleşin dilediğinizden bol bol yiyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın, zalimlerden olursunuz sonra.”
Size yasak koyduk dinlemediniz ya bak ben size ne yaparım şimdi?
7:20-“Daha sonra şeytan edep yerlerini kendilerine göstermek için onların kafasına girdi ve “Rabbiniz sırf melek olup da sonsuz kalıcılardan olmayasınız diye sizi bu ağaçtan men etti. Başka sebepten değil” dedi.”
Ve şeytan da köleye “ymuşak siyaset uygular, üstelik yasakları kıran, zekâ düzeyini yükselten bir siyaset. Malum aklı ve zekâsı olmayan bir varlık toprağı, madenleri, Tevrat’ın deyimiyle “toprağı” işleyebilir mi?
7:21- Ve onlara “Ben size gerçekten dost öğüdü verenlerdenim “diye yemin etti.” Doğru demiş.
Ama “iyi tanrı” da “ben sizi cennetten çıkarmayacaktım, siz aldandınız”. Diyerek “mecburen cezalandırdım” havasına girmiştir.
7:22- Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini yediklerinde edep yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarından kopararak üzerlerini örtmeye başladılar.”
Toprağı işleyecek kadar bilgi “yasak meyve CD’sinde geliyor ve anında “örtünme ihtiyacının doğmasıyla” kendisini gösteriyor ve “kulluk/ kölelik” de başlıyor;
7:26-“Ey Âdem oğulları; şeytan Âdem ile Havva’yı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp belaya düşürmesin. Çünkü o sizin onu göremeyeceğiniz yerden sizi görür. Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların dostu kıldık.”
Hiçbir dinde olmayan “cennet sade ve sadece “Kur’an’da” vardır. Yerseniz elbet, gidene iyi eğlenceler.
Şeytan kıyamete kadar insanları “yoldan çıkarmak için” süre ister ve Kur’an’ın birçok yerinde yukarıdaki ayetlerde de tanrının yaptığı sayısız “karalama ve aşağılamalara” rağmen şeytanın forsu yerindedir ve istediği iş için istediği süreyi alır. O sürenin de “ikisince bilinen bir süre” olduğu vurgulanır.
Hicr Suresi15:
15:36- Şeytan,””Ya Rabbim, bari bana insanlar dirilinceye kadar süre ver.” Dedi.
15:37- Allah da “ BİZCE BİLİNEN GÜNE KADAR “ dedi”
15:36- Şeytan,””Ya Rabbim, bari bana insanlar dirilinceye kadar süre ver.” Dedi.
15:37- Allah da “ BİZCE BİLİNEN GÜNE KADAR “ dedi”
İsra Suresi: 17:62-Dedi ki: "Şu benim üzerime üstün kıldığın kişiye baksana!" Yemin ederim ki eğer beni kıyamet gününe kadar yaşatırsan, ben onun zürriyetini pek azı hariç kesinlikle kumandam altına alacağım."
Bu nedenle Kur’an ve İncil’den daha fazla ayet koymayı gerekli görmüyorum. Angra Mainyu Cin’ine karşı koca öküzün bile sabrını taşıran umursamaz, güçsüz karakteri oynayan sözde “iyi/ koruyucu Cin Ahura Mazda veya Mitra/ Mehr” en son gelen Kur’an’da da bu defa Allah adını almış olan tanrı aslanlar gibi “şeytanla işbirliği” içindedir.
Cinlere tapan Zerdüştlerde Ahlaki yaşam;
Zerdüştlerin bu gün kabul edilmesi imkânsız olan “ahlak” anlayışları vardı. Kaynağı da yukarıdaki yaratılış mitinin son kelimeleriydi.
Sümer dinlerinden kalan “tanrılar gibi yaşama” ilkesi gereğince “köleciydiler” ve komşularına köle edinmek için saldırırlardı. Bu ille de komşu yabancı kavimlere saldırmak anlamına gelmiyordu.
Kendi komşularını bile uykuda bastırıp esir edip pazarda satıyorlar, mallarına el koyuyorlardı. Bu da aile dışından yapılan evliliklerin sonunda ailelerden birisinin “köle olması” demek oluyordu. Eve gelen gelin gece kapıyı açarak kendi ailesinin baskın yapmasına olanak sağlıyordu.
Hem bu yüzden hem de Sümer, Hint ve Babil tanrılarını taklit olarak da “baba/kız, ana/oğul, abla-abi/kardeş evlilikleri de “tanrıların yaşamını taklit etme geleneğince” yaygındı.
Bu gelenek halen dağ/ Kürt Alevileri olarak kendisini tanımlayan halkımız ve komşu ülkelerde yaşayan benzerleri arasında bile yaşanmaktadır. Avrupa’da bile gazetelere düştüler.
Hz. Muhammed’in kavmi de Yezit/Zerdüşt’tü. Muhammed 571 doğumluydu ve kırk yaşında peygamber olduğunda 611’lerin başıydı. Bu tarihlerde Romalılarla İranlılar arasında büyük bir savaş çıkmıştı. İranlılar, Roma imparatorluğunu yerle bir etmiş ve Romalıları ezen çok ağır şartlarda bir anlaşma yaptıkları öğrenilince, Yahudi ve Hıristiyanlara özenen Muhammed ve inananları olan Müslümanlara
m-Mecusi Kureyşliler;
İslam’ın vahiy edildiği Yahudi melezi Hicaz Araplarının elân alfabeleri yoktur. Bu Arap Alfabesi, başından beri bölgede yaşayan “yerleşik ve Bedevi/göçer” Araplara aittir.
“Biz kitap ehli değiliz, okuryazarlığımız olmadığı halde kitap ehli olan Romalıları yendik, sizi de yeneriz” diyerek, Roma/Bizans tarafını tutan Müslümanları kızdırıyor, tahrik ediyorlardı.
Mısır tanrısı Ra’nın koyduğu, Mecüsilik, Mitra dini, Zerdüştlük’te de süren bu “okuryazarlık yasağını” kendisine Hira mağarasında Cibril’in okuryazarlık öğretmesi ve vahiy edilen Kur’an kitabı ile de kavmini “kitap ehli” yaparak yasağı kaldırmıştı. Böylece onları Yahudileştiriyor, Hıristiyanlaştırıyordu.
117- Arap Alfabesi ve Latin karşılıkları. |
İşte o Rum Suresinin konuyla ilgili ayetleri;
Rum Suresi (30:1,2,3,4,5,6.ayetler.)
30:1. Elif, Lâm, Mîm*
30:2. Yenilgiye uğratıldı Rûm.
30:3. Yeryüzünün en yakın/en alçak bir yerinde. Ama onlar yenilgilerinin ardından galip duruma geçecekler,
30:4. Birkaç yıl içinde. İs/oluş/hüküm, önünde de sonunda da Allah'ındır. Onların galibiyet gününde müminler ferahlayacaklar,
30:5. Allah'ın yardımıyla. Dilediğine yardım eder O! Azîz'dir, Rahîm'dir O.
30:6. Allah'ın vaadi bu! Allah kendi vaadine ters düşmez. Ne var ki, insanların çokları bilmiyorlar.” Der ve yenilgiyi takip eden 11 yıl içinde Bizans galip gelir. (E.H.Yazır Kuran Rum suresi tefsirinden)
Hz. Muhammed’in halkını “doğuya” değil, batıya, Roma/ Bizans’a dayamak derdinde olduğunu da görmüş oluyoruz.
Ancak Muhammed’in getirdiği kitapta Tevrat’ın tanrısı “Yahve’nin” adı bir kez geçmiyor, Tanrı İsa’ya peygamber, anası Meryem’e (Theotokos- tanrı anası) de, tanrı anası değil, melek Cebrail tarafından döllenmiş diyor ve “doğrulayıcısı” olduğunu iddia ettiği iki dininde inananlarını kendisine düşman ediyordu. Öte yandan zaten namaz kılan Yezidlerin günlük namazlarına öğle ve yatsı gibi yeni namazlar ekliyor, öğlen vakti kıldığı namazla başta amcası Ebu Cehil’i çıldırtıyor;
- “Muhammed’i namaz kılarken görürsem boynunu kıracağım” demesine ve Müslümanlara namazı yasaklamasına kadar işi vardırıyordu.
Bu yasaklar birçok işkenceleri getirecek ve Yesrib/Medine hicretini doğuracaktı. Yani Muhammed herkesi kendisine düşman ediyordu.
Bu yüzden getirdiği İslam dini ile Bizans’a yakınlaşayım derken onların da düşmanlığını kazanınca da arkasında bırakacağı devlet, eski Pers imparatorluğunun “batı karşıtı” siyasetini bu dışlanma sayesinde üstlenecekti.
Aslında Muhammed’in kitabı gerçekten eskileri doğruluyordu.
İşte önce, Rum(30) Suresinin ilk ayeti ve getirdiği kitabın adından iki örnek;
*30:1. Elif, Lâm, Mîm.: Hiçbir Kuran tefsirinde bu harfler “putperestliğe kaçmamak için” gerçek anlamda yorumlanmamıştır. Ebced Alfabesinin sembol karşılıklarına göre bu harfleri anlamlandırdığımızda;
“Elif”-Öküz başı ile resmedilir. Öküz Başlı olarak yazılır;
“Mim” Mısır Hiyeroglif alfabesinde de aynı sembolü taşır. Su/Suları temsil eder;
“Lam” Efendi/Tanrı demektir.
Hepsini birlikte yazdığımızda ise “Öküz başlı Suların Efendisi/Tanrısı” ifadesini elde ederiz.
Bu da bize Mısır yaratılış mitinden Tevrat ve İncil’e kadar sayılan yaratılış efsanesinde ve Kur’an* Hud Suresi ( 11:7.) ayetindeki anlatılan “(Allah) , hiçbir şey yokken suların üstündeki arştaydı” (Arş= toprak- yeryüzü demektir.) ayetine de uymaktadır.
Bunu kabul etmek putperestlik olarak yorumlanırsa Kur’an anlamsızlaşır ve kökenin bağlarını kaybeder. İran kökenli Sabi/ Yemen/ Arabistan Yezidileri zaten günde “Sabah, ikindi ve akşam” olarak üç vakit ve öteki bayram namazlarını hatta Cuma namazlarını da kılıyorlardı. Sabah namazı güneş tanrısının ve güneşin doğuşunu kutlamak, ikindi güneşin düşmesi üzerine güneş tanrısından başka öteki tanrıların korumasını istemek, akşam namazı ise ana tanrıça tarafından yutulan güneş tanrısının kurtulması ve gece olacak tehlikelerden öteki tanrılarca korunmak için kılınırdı.
118- Küçük Köpek Takım Yıldızı "RA"- Prokyon A ve B |
Hicaz Yezidileri Cuma’ya “Arube” diyorlardı. Cuma adı İslam kültürü ile gelmiştir. Ebu Cehil, Muhammed’e “namaz kıldığı için değil” Yezidilikte yasak olan öğle ve yatsı namazları ile uykudan kalıp gece namazları kılıyor diye kızmaktaydı. Müslümanlar arasında Bayram ve sabah namazları öncesinde namaz kılanların Hz. Ali döneminde yasaklanmaları dahi önerilmiştir. (Bknz. İbni İshak, İbni Hişam El Kalbi bu konuları açıklamıştır.)
Türklerin Karahan ile Erlik Han ikilemine benzemekteyse de Türklerde iyi ve kötü arasındaki savaş tanrılar arasında değil yarattıkları insanlar arasında geçmektedir. Erlik Han Kara Han’a asla rakip değildir ve istediği anda onu devre dışı bırakabilmektedir. Ayrıca “cinler” Türk kültünde geçmemektedir onların yerine yeraltında yaşayan ve bazan insanların arasına çıkan “kötü ruhlar” vardır. Bu durumda Zerdüşt tanrısı Ahura Mazda’nın daha alt bir tanrı yani “İyilik Cin’i” olması gerekir.
Son olarak Mecusliğin kökenlerini bilim insanları her ne kadar M.Ö. 1500 ile 670 yılları arasına sıkıştırsalar da bana daha evveli olduğu duygusu vermektedir.
Şöyle ki;
Mişigan Üniversitesi Tarih Bölümünden Juan R.I.Cole’nin Bahailik hakkında yazılarının yayınlandığı internet sitesinden yaptığım bir alıntıda, 19. yy. da Bahailik inancının kurucusu Mirza Hüseyin Ali el-Mazendarani’nin kökenini açıklarken İbrahim peygamberin ikinci eşi Ketura’nın babası İran şahı Yezdigirt’e dayandığını belirtmektedir. (İran tarihinde bilinen Yezdigirtlerin hepsi M.S.200- 550 arasında yaşamıştır.) Bu durumda Mecüsilik/Yezidilik /Mitra dininin köklerini İbrahim’in yaşadığı iddia edilen M.Ö.2000’lere ve daha da geriye taşımak gerekir. http://www-personal.umich.edu/~jrcole/bahabio.htm
Bu dinin kökleri Hint Jainism/ Cinciliğine dayanan Mitra/ Zerdüşt/ Mecüsi dinleri Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın temelini oluşturur.
Sümer’in Marduklu/Neberu’lu tanrıları, kökenleri Büyük-Küçük Köpek takımyıldızları bölgesine dayanan kolonici göksel şeytan/cin kavimlerinin komutanlarıdırlar. Halkı da her cisme geçebilen şeytan ve cinlerdir. Yaratılışın başında yokturlar, “Yaratılmışlardan oluşan ikincil varlıklar” olarak tanımlayabileceğimiz bu varlıkların dünyamızda, toprak işçiliği ve madenlerde çalıştırmak için “İndus- Nil” arası kendi hkimiyet bölgelerinde “köle” olarak yarattıkları Adapa/Âdem soyundan olan bu kendilerine “Semitik” adı veren İranlıların da Hintliler, Araplar ve Grekler gibi soydaşlarının şeytanlara ve cinlere tapınmaları şaşırtıcı değildir. Her kavim dünya yaşamında tanrısını taklit ettiğine göre, “köleci tanrıya sahip” ve o tanrıların kölesi olarak yaratılmış bu kavimlerin de “köleci” olmaları ve “köleliği “ de benimsemeleri doğaldır. Bunların tanrıları da kendileri de “aşağı” varlıklardır.
HARRAN (Kervan-Kavşak) SABİLERİ
(İng.Mandenler-Bilgili, arif olanlar.)
Irak- Bğadat Sabilerinin haftalık vaftiz (Suya daldırma) ibadetleri |
Kutsal kitaplarının adı Ginza (Hazine) dır.
Eski Yemen’de Sabiler “Sâbîün” olarak anılıyorlardı ve baş tanrıları Talip’ti. “Sâbîün” adı bu inançla 17.yy.’da Osmanlı’da Sabetay Sevi’nin önderliğinde ortaya çıkan, sonraları padişaha verdiği söz yüzünden İslami merkezli olan Yahudi tarikatı olarak Sabetaycılar “Sabbatîün” ( İng-Sabaeans- Sabalılar, Sabbateans-Sabbatîün- Sabatiler şeklindedir.) olarak da anıldılar. Roma öncesi İtalyasında “Latium- (Lâtîüm gibi)” adıyla ve “Sabine” olarak da geçen bir kavim vardır.
Muhtemelen Mandeanlar ve Harraniler olarak tanımlanıyorlardı. Sabiler güney Irak’ta Marş bölgesinde yaşıyorlardı ve bu bölgede Mandeanların (Arif olanlar) gelenekleri sürmekteydi fakat diğer pagan olan Sabiler, 10.yy’da Harran bölgesine gelerek yerleştiler. Jaakko Hämeen-Anttila (2002, 2006)
Nebatiler olarak da bilinen bu pagan Sabilerinden İslam araştırmacısı İbn el Vahşiyye “Nebatiler Külliyatı” adlı eserinde yer vermiştir.
“Putperest Sabiler, Ortadoğu’da iki gruba ayrılmışlardır. Bunlar Mandeanlar ve Harranilerdir. Mandeanlar, M.S. 2. yy’a kadar “parlak kişiliklere veya çoklu tanrılara” ibadet etmeye bu gün de devam etmektedirler. Tanrıları dört kategoriye ayrılır; “İlk yaşam”, “İkinci yaşam”, “Üçüncü yaşam,” Dördüncü yaşam”.
Bütün tanrıları “birinci yaşam’a” aittir. Tanrılarını sırasıyla “birinci, ikinci …. yaşamda” yaratılmış olanlar diye çağırırlardı.
Öteki grup Sabiler de Harraniler olarak bilinirdi. Ay tanrısı Sin’e taparlardı. Sin onların baş tanrısıydı. Ayrıca gezegenlere ve öteki tanrılara da taparlardı. Sabiler, peygamberlik öncesi Muhammed’in de katıldığı Ahnaf grubu ile ilişki kurmuşlardı.
Ahnaf, güney Irak’a giderek Mandean topluluklarından birçok bilgi öğrenmişti. Hatta daha sonraları güney doğu Anadolu’daki El Cezire’de bulunan Harran’a göçmüşlerdi.
Sabiler, Zebur’dan güneşin öğleyin tam tepe noktaya (Kıble- Qiblah) eriştiği zamanlarda ayetler okurlardı. Dinlerinin temeli “La ilahe il Allah’tır- Allah’tan başka tanrı yoktur” ilkesine dayanır.
Sabilerin "Haç" Sembollerinden birisi |
(Urfa’da) Harran putperest yıldız dinlerine tapan Süryanilerin* yaşadığı bir merkezdi.Yedi gezegenden biri için adanarak kurulan yedi şehirden birisiydi.Ay yanrısı Sin adına kurulmuş büyük bir tapınağı vardı.
*(Süryani-Suriye’li Hıristyanlara verilan bir addır. O çağlarda Hıristiyanlık olmadığından, “Suriyeli” anlamına gelir.)
Yıldızları gözlemek için kulesi vardı. Dünyanın ilk üniversitesinin burada kurulduğu, ilk kilise ve ilk caminin burada inşa edilmesine rağmen yıldızlara ve putlara tapınıp büyücükle uğraştıkları bilindiğinden bu durum göz ardı edildi.
Kökenleri Kaldelilere dayanan Harran’ın okullarında sihir ve büyü öğretilirdi.
Kuran’ın Kökenleri” adlı kitabın yazarı W.St.Clair Tisdal,(S.236-237)Suriye’de oturan Seth (Şit) ve İdris’in takipçileri Sabilerden bahseder.Geceden,gün doğumuna 30 gün Sabilerin oruç tuttuklarını,secde etmeksizin cenaze namazı kıldıklarını,Hz.Muhammed’in orucu,şafaktan akşam karanlığınına değiştirerek,cenaze namazını ise aynen kopyaladığını yazar.
Tek tanrılı yıldızlardan gelen meleklerin adlarına tapınan, kökenlerinin Nuh peygamber soyuna dayandığına inanan bir Ortadoğu inanç geleneğidir. Hileci Grek tanrısı Hermes (Trismegistus’*(Üç kere ulu) un (İdris peygamber) peygamberleri olduğuna inanırlar.
*( Sümer Enki -Mısır Thoth, Lah-Arap Taaut, Tat, Tut, El Lah-Hubel-Baal)
Kutsal kitapları Ginza- İslam peygamberi Muhammed'e "Şeytan Bizbat" demektedirler! |
Sâbîün-Sabiler tanrıyı “Rab el-el-‘elilah- Tanrıların efendisi, sahibi” ve “ilah el-‘elilah” adlarıyla tanırlar, ötekilerin onları aşağılayarak “Yıldızlara Tapınanlar”* olarak çağırmalarına rağmen, bazı Sabi inananlarını hatalı inanışlara yönelten, her birisinin göklerde farklı yıldızlarda oturduklarına inandıkları meleklerle konuşurlardı. Bu yıldızlar, Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Dünya, Mars,Jüpiter, Saturn’den oluşan güneşin ilk yedi gezegenidir.
*(Arp-Sebat et Nücüm-“Yıldız göründü” demektir. Kureyş Mecusileri de Peygamberlik önce Muhammed’i görünce “Yıldız Göründü” diye bağırarak onunla bu şekilde alay ederlermiş.)
Kuran'da Tek Tanrılı dinler arasında, SABİLİK de sayılmaktadır. Bunun nedeni, İslamiyet'in birçok söyleminin ve tapınım tarzının Sabilikten geliyor olmasıdır. Namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme ve kutsal yerleri ziyaret etme, yani hac gibi ibadet tarzlarının yanı sıra, her namaz öncesi abdest alma gibi farzlar hep Sabilerde vardır.
Ay görününce oruca başlanması ve izleyen ayın başında bitmesi geleneği, İslamiyet’ten önce Sabiler arasında görülmektedir.
Muhammed öncesi Hicaz Arapları da ay kültü dine sahiptiler. Diğer dinlerin tersine, Araplarda ay, erkek, güneş dişiydi.”
Çocukluğumda annemin bana öğrettiği, bir yeni ay duası vardı, hatırladığım kadarı ile şöyleydi;
“Ay’ı gördüm âla, amentübillah, ay mübarek olsun, Elhamdülillah”.
İslam, tek tanrılık yanında, Mecüsi temelli Hicaz Araplarının ve Sabiilerin ay tanrısı kaynaklı inananları da diğer eski inanç mensuplarını da bünyesine çekebilmek için kendinden önceki dinlerin yaptığı gibi onları dolaylı yoldan doğrulama yolunu tercih etmiştir.
Sabilikte, güneşin ışıklarının düşme açılarına göre belirledikleri zamanlarda beş vakit namaz kılmalarının yanı sıra, haftanın günlerinin her biri, bir gezegene özel ayinler düzenlenmesi için ayrılmıştır.
Pazar günleri Güneş ayinlerine,
Pazartesi Ay ayinlerine,
Salı Mars,
Çarşamba Merkür,
Perşembe Jüpiter,
Cuma Venüs ve
Cumartesileri de Satürn ayinlerine ayrılmıştır.
Latince kaynaklı batı dillerinde günlerin isimleri, bu güneş kültünün günümüze yansımasından başka bir şey değildir. Örneğin Pazar "Sunday" Güneş günü, Pazartesi "Monday" Ay günü ve Cumartesi "Saturday" de Satürn günüdür.
Bu inancın İ.Ö.IV.yy’da Büyük İskender’in Harran’ı ele geçirmesiyle Hermes kültünün bölgeye yerleştiği sanılmaktadır.
Yemen’li Sabilerle alakaları yoktur. Yemen’li Sabiler, Sabi yazarken Sat yerine Sin harfini kullanırlar.
Tam olarak Yahudilik veya Hıristiyanlığa göre ibadet etmezler. Grek kaynaklarında, Theosebeians (Seosabians-Allah’tan korkanlar) ve Sebomenoı (İnananlar),Phobeomenoı (Fobeominoy-Bir’in Dindarları) olarak adlandırıldılar.
İslam ulemalarına göre, Sabi-üna (Sabi’li) Seba’a sözünden gelir ve “bir dinden öbürüne giren” anlamındadır.
Taberi, Sabiün kelimesinin Sabi’nin çoğulu olduğu ve “din değiştiren, dönen, dönme” demek olduğunu, birisinin veya inancın sahiplerinin mevcut dinlerini bırakarak diğerine geçenleri tanımladığını söylemiştir.
Araplar böyle insanlara “Sabi” derlerdi.
İbranice’de Sabi,”serhoş, içkici” demektir.
Irak Küfe şehrinde IX-X.yy’da doğan, Mısır Hiyerogliflerini Kıpti (Çingene) Mısır diline ilk çeviren ve yazan, sihir üzerinde uzman,Mısırolog ve tarihçi, Simyacı,çiftçi,Suriye Nebati’li Ebu Bekr Ahmed ibn 'Ali ibn Kays el-Wahşiyah el-Kasdani el-Kuseyni al-Nebati el-Sufi’nin öğretilerine dayalı tarikatta olanları da ötekileri gibi Meleklere, putlara, yıldızlara ibadet ederler. Günde üç kez namaz kılarlar. Domuz, köpek, eşek, yırtıcı kuş, fasulye, lahana, mercimek yemeleri yasaktır.
Ali El Mesudi,(Irak-896-957)Harran Sabileri, Yunanlıların avam (aşağı halk) tabakasıdır. Felsefeleri, Mütekaddimun felsefesinin (Sünni-Selefi) haşeviye kısmı olduğunu söylemektedir.
İslam Ansiklopedisi yazarı Carra De Vaux, makalesinde, Sabi adının “s-b” kökünden geldiğini ve “suya daldırma-vaftiz” anlamına geldiğini yazmıştır.
Ebu Bekir El Kassas,(İ.S.980),”Kendilerine Sabi adı veren, Süryani dili konuşan,Harran bölgesinde yaşayan bir grup vardır ki hiçbir peygamberi kabul etmez,Allah’ın hiçbir kitabına inanmaz, kitab ehli değil, putperesttirler.Kestikleri yenmez,kadınları ile nikah edilmez” demektedir.
Kaynak Wkipediya
Kuran Tefsircisi Elmalılı Hamdi Yazır Maide Suresi tefsirinde Sabilik konusuna oldukça geniş şekilde değinmiştir. Şimdi ondan bu “her dine dönen” Sabileri öğrenelim;
a-Sabi Muhammed Konusu
Peygamberlik gelmeden önce Muhammed’in özellikle Harran Sabilerine has namazlar kılması akrabalarının tepkisini çekmiş amcası Ebu Cehil “-Onu namaz kılarken görürsen boynunu kıracağım” demiştir. Peygamberin dedesi Ebu Talip adından anlaşılacağı gibi Yemen Sabi’siydi ve onlarda Hicaz Mecuslieri gibi tan vaktinde ve gün batımında olmak üzere iki vakit namaz kılarlardı. Öğle ve ikindi vakti namaz kılmak onlara göre büyük günahtı. Yukarıda geçtiği ve aşağıda da okuyacağınız gibi Muhammed Harran Sabisi olmuş ve gündüz beş vakit iki vakit de gece namazı kılardı. İşte o olayın yansımları Maun Suresi 1.ayet tefsirinde işlenmiştir;
Maun 107:1
Süddî'den Velid b. Muğire hakkında nazil olduğu rivayet edilmiş, Mâverdî de Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu nakletmiş, rivayet edilmiştir ki:
“Ebu Cehil bir yetimin vasisi bulunuyordu. Bir gün o yetim çırılçıplak ona gelmiş, kendi malından bir şey istemişti. Ebu Cehil onu itivermiş ve aldırmamış idi. Kureyş'in büyükleri de çocuğa: "Muhammed'e git de sana şefaat ediversin." demişler, alay etmek istemişler. Öksüz onların maksatlarını bilmediği için Resulullah'a gelip yardımcı olmasını istemişti. Peygamberimiz (s.a.v) hiçbir muhtacı reddetmek adeti olmadığı için kalkmış, onunla beraber Ebu Cehil'in yanına gitmişti. Ebu Cehil "-buyurun" deyip merhaba etmiş ve öksüzün malını vermişti. Kureyş'liler bunun üzerine Ebu Cehil'e serzeniş etmişler, "-sen de sapıttın, Muhammed gibi Sabileştin" demişler. "-Hayır" demiş, "-sapıtmadım velakin onun sağında solunda birer harbe gördüm, vermezsem vuracak diye korktum". Bu örnekte, Muhammed’e peygamberlik öncesi “yarı tanrılık yakıştırması yapılmış olduğu açıktır. Bu metin peygamberin Sabi olarak anılmasına kaynak olduğundan konulmuştur.
Şimdi yukarıda yapılan tespitleri “İslami tasavvufa” uygun olarak yorumlanmış haliyle Arapça dil bilgisi kuralları da dahil olarak Elmalılı hocadan okuyalım.
b-Maide Suresi 5: 62;
Sabilik;"es- SÂBİÎN" : Kırâetlerin çoğunda "hemze" ile (yukarda yazıldığı gibi), Nâfi ve Ebu Ca'fer kırâetlerinde de "hemze"siz "es-sâbîn", "es-sâbûn" okunur ki bunda ya "hemze"nin "yâ"ye kalbi (dönüştürülmesi) ile veya aslında "hemze"siz olarak "sâbî"nin çoğulu olmak üzere iki vecih (şekil) düşünülmüştür.
Arapça hemze ile vezninde meşhur bir dinden diğer bir dine çıkana denilir. "Kâmus"ta der ki, "dininden başka bir dine çıktı" "yıldızlar doğuş yerinden çıktı" demektir. İbnü Esir de "Minhâc"ında der ki: Bir kimse dininden başka bir dine çıktığı zaman denilir. Kureyş, İslâm dinine gir e nlere yerinde "masbû", müslümanlara "subat" derlerdi ki "kâdî, kudât" gibi "sâbi "nin çoğuludur. "Sâbi'" ise gençlik, cahillik sevdasıyla bir şeye meyletmek ve sevmek mânâsına "sabv = " ve "sabve= "den ism-i fâildir ki "hevâî" ve "aşüfte" demek gi b idir. Bundan başka "sâbiîn" in muhaffefi de olur. Fahruddin er-Râzî demiştir ki, "Hemze ile kırâet (okumak), mânâyı açıklamaya daha yakındır. Çünkü ilim ehli 'O, dinden, diğer dine çıkandır' demişlerdir". Ebu Hayyân'ın ifadesine göre de "o, meşhur bir dinden, diğer dine çıkandır".
İşte bu mânâ, kelimenin tam Arapça olan mânâsıdır. Tam Arapça olan bu mânâya göre "sâbiîn" ve "sâbiûn", "İslâm, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinden hariç olanlar" mânâsına bir genellemeyi ifade etmiş olur ki, "müminler, yahudil e r, hıristiyanlar ve diğerleri" demek gibidir.
Sonra, sâbie, sâbiîn, sâbiûn veya sâbîn ve sâbûn, eski bir din veya özel mezhebe mensup olan bir gruba, bir millete isim olarak söylenir ki, bu mânâca kelimenin aslı Arapça olup olmadığı hakkında ihtilaf edilmiştir. Arapça olduğuna göre zikredilen "sâbî" mânâlarının birinden alınmıştır. Arapça olmayıp Süryâni gibi diğer bir dilden alınmış olduğuna göre ise aslı sâbidir. Şit Aleyhisselâm'ın ikinci oğlu veya İdris Aleyhisselâm'ın oğlu olduğu iddia edilmiştir. Bu ihtilafın özetine göre anlaşılıyor ki bunlar kendilerine sâbiy demişlerdir. Arap da gerek bunlara ve gerek benzerlerine sapık veya "yıldıza tapan" mânâsına sâbiî veya sâbî demişlerdir.
Bunlar kimlerdir? Ve bu nasıl bir mezhep veya dindir? "Kâmus"ta: "Sâbiûn Nûh Aleyhisselâm'ın dini üzere bulunduklarını zannederler ve kıbleleri gündüzün yarısı sırasında kuzey rüzgârının estiği yerdir" diyor. "Tehzib" de ise: "Sâbiûn bir kavimdir ki, dinleri Hıristiyan dinine benzer. Ancak kıbleleri güney rüzgârının estiği yerdir.
Ve Nûh Aleyhisselâm'ın dininde olduklarını söylerler". deniliyor. Tefsircilerin açıklamalarının özetine göre bunlar, Yahudi ile Hıristiyan veya Yahudi ile Mecûsî veya Hıristiyan ile Mecûsî dinleri arasında bir gruptur ki, hem kitap ehli denebilecek yönleri veya sınıfı, hem de müşrik veya putperest denecek yönleri veya sınıfı vardır.
Dinlerinin aslının, İdris veya Nuh Peygamberlerin dini olduğu da söylenmiş; esasında meleklere veya yıldızlara taptıkları ve puta tapıcılar oldukları da söylenmiştir. Anlaşılıyor ki sâbiîlik esas itibariyle Allah'tan gönderilmiş olması düşünülen ve fakat zamanın geçmesiyle felsefî ve siyasî etkiler altında birçok sapmalar ve değişmelere maruz olarak bir gizlilik veya batınîlik kazanmış eski bir mezhebdir. Ve en az bunları ilk sâbiîler ve son sâbiîler olmak üzere düşünerek, yerine göre aralarındaki müşterek ve farklı yönleri bulunabilecektir. Tarihî bakış açısından ilk sâbiîler; Hind'de ve eski Mısırlılarda, Süryânîler ve Gıldânîlerde az çok bir fark ile devam etmiş bir mezhebtir. Ve bununla beraber bu mezhebi en çok temsil edenler Süryânî ve Gıldânîlerdir. Eski Yunan ve Rum dinleri de bunların bir yansımasıdır.
Sabilerin cennet/cehennem tasvirleri |
Abbasiler devrinide Yunan eserlerini Arapça'ya tercüme eden Sâbit b. Kurre gibi filozof ve mütercimler bunlardan idi. da: "Ebu'l- Hasen Sâbit b. Kurre el- Harrânî, Harran'da oturan sâbi'eden idi. Mezhebiyle ilgili vergiler, farzlar ve sünnetlere dair; ölülerin kefenlenmesi ve defnedilmesine, inançlarına, temizlik ve pisliğe dair risaleleri vardır. Oğlu Sinan b. Sâbit, Hürmüs'ün "Nevâmis"ini Arapçaya çevirmiştir. Ve deniliyor ki, "sâbiûn"un nisbeti (sâb) adır. Bu da İdris aleyhisselâmın oğlu (Tât) dır (Thoth/Djehuti/Yehudi/ Lah) diye zikredilmiştir.
Şihâbuddin Ahmed b. Fazlullah el-Ömerî "Mesâlikü'l- Ebsâr" ında ve Ebu'l-Fidâ Tarihi'nde, Ebu'l-İsâ el-Mağribi'nin kitabında nakledildiğine göre, "Süryân ümmeti, ümmetlerin ilkidir. Ve bunların milletleri sâbiîn milletidir. Bunlar dinlerini Şit ve İdris Peygamberlerden aldıklarını söylerler. Şit'e yakıştırdıkları bir kitapları vardır, buna "Suhuf-i Şit" ( Şit'in sayfaları) derler.
Bunda kerem (cömertlik), şecaat, doğruluk, yakına taraftarlık gibi ahlâki güzellikler ve iyilikler zikredilmiş ve emredilmiş, kötülükler zikrolunup bunlardan çekinilmesi emrolunmuştur. Sâbiîlerin bir takım ibadetleri de vardır.
Bu cümleden olarak yedi vakit namazları vardır ki beş vakti Müslümanlarınkine uyar. Altıncısı kuşluk, yedincisi de gecenin tam altıncı saatindedir. Namazları niyet ve bir de başka bir şey karıştırılmamak itibariyle Müslüman namazına benzer. Rükûsuz ve secdesiz cenaze namazları da vardır. Otuz veya yirmi dokuz gün oruç da tutarlar. Oruç ve fıtırlarında hilale riayet ederlerdi. O şekilde ki fıtırlarında güneş, hamel (kuzu) burcuna girmiş bulunurdu ve gecenin son dörtte birinden güneşin kursu (yüzü) batıncaya kadar oruç tutarlardı ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın) denilen yıldızların şerefli evlerine inişlerinde bir takım bayramları vardır. Ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın), Zühal (Satürn), Müşte-ri (Jupiter), Mirrih (Merih), Zühre (Venüs), Utarit (Merkür) tir.
Soldan, Güneş, Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter Saturn , Uranüs, Neptün, Pluto |
Mekke'nin Beyti (Kâ'be)ne de hürmet ederler. Fakat Harran üzerinde bir yerleri vardır ki oraya haccederler ve Mısır ehramlarına (Piramitlere) da hürmet ederler. Ve bunların biri Şit b. Âdem'in kabri, diğer biri Uhnuh'un (İdris'in) kabri, biri de nisbet olundukları Sabi b. İdris'in kabri olduğu kanaatindedirler. Ve güneşin şeref burcuna giriş gününe hürmet ederler.
İbnü Hazm demiştir ki, sâbîlerin mensub oldukları din, dinlerin en eskisi ve bir zamana kadar dünyada galip olanıdır. Nihayet birtakım dinde olmayan yeni icatlar ortaya çıkardılar ve bunun üzerine Cenâb-ı Allah bunlara Hz. İbrahim'i gönderdi".
Şehristânî "el-Milel ve'n- Nihal"inde dinler tarihi açısından der ki: İbrahim Aleyhisselâm zamanında bütün insan grupları iki sınıfa dönüşmüş bulunuyordu: Sâbie, Hunefa.
Sâbie, biz Allah'ı tanımada; Allah'a itaati, emirlerini ve hükümlerini tanımakta bir aracıya muhtacız. Fakat o aracının ruhânî olması gerekir. Çünkü ruhânîler mukaddes, temiz ve Rablerin Rabbine yakındırlar. Cismânîler ise bizim gibi yerler, içerler ve bizim gibi beşere itaat ederseniz zararda kalırsınız derlerdi.
Hunefa (hanifler) de biz beşer; bilgi ve itaatde beşer cinsinden bir aracıya muhtacız. Bir beşer ki temizlik ve masumlukta, teyid (doğrulama) ve hikmette derecesi, mücerred (soyut) ruhaniyetten daha yüksek olsun. Beşer olması durumuyla bize benzeyen, ruhaniyeti yönüyle bizden üstün bulunsun da ruhaniyeti tarafıyla vahy olsun, beşeriyeti tarafıyla da insan türüne telkin etsin.
Derlerdi ki, Kur'ân'da: "De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece elçi olan bir insan değil miyim?" (İsrâ', 17/93), "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım, bana vahyolunuyor" (Kehf- 18/110) âyetleri bu mânâya işarettir. Fakat yalnız ruhânî elçiyi benimsemek isteyen sâbie, sırf ruhâniyette sıkışıp kalmaya, doğrudan doğruya kendi zatlarına yakınlaşarak onlardan bizzat (aracısız) almalarda bulunmaya da çare bulamadılar.
Böylece bir kısmı tuttular rûhanilerin heykellerine sığınarak bunlardan yardım dilenmeye kalktılar ki, bu heykeller yedi gezegen ve bazı sâbitlerdir. Bu şekilde Rum sâbiesinin sığınağı gezegenler, Hind sâbiesinin sığınağı da sâbitler oldu. Birçoğu da heykellerden şahıslara; yani o yıldızların Rum'da tabiatları, Hind'de seçkinleri dikkat nazarına alınarak görünüş şekillerine göre yapılan müşahhas (s o mut) resimlerine tenezzül ettiler. Mücerret (soyut) ruhâniyet tutuculuğu böyle tersine dönüp, ruh sahibi olan beşerin kendini unutarak ruhsuz cisimler önünde boyun eğmesine dönüştü ve bu ruhâniyetin temsili sayıldı. Bunlar düşünemiyorlardı ki, bu temsillerin, dolaylı olarak delalet ettiği, mücerret (soyut) rûhâniyet değil, nihayet beşerî rûhâniyetin bir temsili oluyordu. Fark edemiyorlardı ki bu temsiller, yıldızlardan ve onların rûhânilerinden önce bir beşerî ruhun yanlış tasavvurlarını, meyletmelerini v e sapıklıklarını ifade ederler. İşte bunlardan ashâb-ı heyâkil (heykelciler) denilen önceki grup "yıldızlara tapanlar", ashâb-ı eşhas (şahıscılar) denilen ikinci grup da "puta tapanlar" dır. İbrahim Aleyhisselâm her iki fırkayı, sözlü ve fiilî olarak kırma k suretiyle kolaylık ve müsamaha ile bir büyük millet ve büyük şeriat olan ve kıymetli din ve doğru yol bulunan "hanif"liği yerleştirdi ve yaydı.
Onun oğullarından olan peygamberlerin hepsi de bunu yerleştirip sağlamlaştırıyorlardı. Özellikle şeriatımızın sahibi Muhammed Mustafa (s.a.v) bu yerleştirmede en sona ve en yüksek maksada erişti. Burada en dikkate şâyân olan nokta şudur ki, tevhid, hanifliğin esaslarının en özelidir. Bunun için Kur'ân'da anıldığı her yerde haniflik, şirki reddetmeye yakın olarak z i kredilmiştir. "İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi, dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi" (Âl-i İmran, 3/67); "Allah'a ortak koşmadan, hâlis olarak Allah'ı birleyenlerden olun" (Hacc, 22/31).
Onun oğullarından olan peygamberlerin hepsi de bunu yerleştirip sağlamlaştırıyorlardı. Özellikle şeriatımızın sahibi Muhammed Mustafa (s.a.v) bu yerleştirmede en sona ve en yüksek maksada erişti. Burada en dikkate şâyân olan nokta şudur ki, tevhid, hanifliğin esaslarının en özelidir. Bunun için Kur'ân'da anıldığı her yerde haniflik, şirki reddetmeye yakın olarak z i kredilmiştir. "İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi, dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi" (Âl-i İmran, 3/67); "Allah'a ortak koşmadan, hâlis olarak Allah'ı birleyenlerden olun" (Hacc, 22/31).
Sâbîilik ilk zamanda yalnız heva ve hayvaniyetleri, kişisel baskıları ve hissî temayülleri peşinde koşan Haşişiyye, Tabiiyye ve Dehriyye'nin ruhî sefaletlerini görerek insanlık ve azimlikten tiksinip bir takım sınırlar ve aklî hükümler kabul etmiş ve bunun esaslarını vahy ile teyid edilmiş kanunlardan almakla beraber görüşlerini aklî soyutlar (mücerredler)a tahsis etmişler ve aradıklarını yerde ve insanlıkta değil, gökte ve gök cisimlerinde bulmak istemiş bir mezhep dini gibi ortaya çıkmıştır ki, bunlar Âzimûn ve Hürmüs'ü ilk muallim (öğretmen) kabul eden ilk sâbiedirler.
Şehristânî burada genel sâbieyi anlatmak için, felsefe tarihine göre şöyle bir özet bölüm yaparak ve son sâbi'e felsefelerini inceleyip tartışarak der ki: İnsanların bir kısmı ne mahsûs (hissedilen)u, ne de makul (düşünülen şe y)u kabul etmezler, bunlar Sofestâiyyedir. Bir kısmı hissedileni kabul eder, düşünüleni kabullenmez, bunlar Tabiiyyedir. Bir kısmı hissedileni de, düşünüleni de kabul eder, cezaları ve hükümleri kabul etmezler. Bunlar Dehrî filozoflardır. Bir kısmı hissedileni, düşünüleni, cezaları ve hükümleri de kabul eder, Allah'tan gönderilen bir şeriât ve İslâm'ı kabul etmezler, bunlar Sâbiedirler.
Bir kısmı, bunların hepsini, bir çeşit şeriat ve İslâm'ı da kabul eder. Fakat Peygamberimiz'in (s.a.v) şeriatini kabul etmezler, bunlar Yahudi ve Hıristiyanlardır. Bir kısmı da hepsini kabul eder, bunlar da Müslümandırlar.
Sâbie, Sofestâiyye, Tabiiyye ve Dehrî filozoflar gibi dinsizlere karşı olan bütün din sahipleri içinde ilk mücadele Haniflere karşı olur.
Sâbie ve Hanifler: İşte bütün dinlerin bizzat karşı karşıya olan iki aslî şubesi. Sabie, başlangıçtan beri devamlı olarak Haniflik karşıtıdır. Sâbie, din ararken, hak yoldan saptıkları ve peygamberlerin doğru izinden ayrıldıkları içindir ki Sâbie adını almışlardı. Fakat kendileri, aşk ve arzu mânâsıyla, "sabve, insanların kaydından uzaklaşmaktır" derler. Çünkü Hanifler mezhebi beşerî peygamberlik ile cismânî beşere taraftarlık esası üzerinde yürüdüğü gibi, Sâbie mezhebi de cismânî beşerliği düşük görmekle rûhanilere taraftarlık esası üzerinde yürür. Ve bunun için sâbie insanların, beşer olan bir peygambere uymak ve ittiba etmekle doğrudan doğruya Allah'a ibadet etmesini doğru bir iş değil, insanların şartı gibi göstererek beşer dışından Allah'a yaklaşmak için aracılar ve münanesebetler arar.
Ve bunu önce yalnız ruhâniyette arar. Ve kendilerini sırf rûhânî olabileceklerini sanarak cisimliği ezmek, cisim olan beşerlikten mutlaka ilgiyi kesmek isterler. Ve bu şekilde, sâbie, mezheplerinin iktisab (kazanma) olduğunu iddia ederler, yaradılış hududundan hariç bir iktisab (kazanç) a davet ederler. Bunlara karşı Hanifler de mezheplerinin fıtrat (yaratılış) olduğunu söyler ve fıtrata davet ederler. Haniflere göre mahsus (hissedilen) ve makul (düşünülen), cismânî ve rûhânî ikisinin de özel kıymetleri vardır. Fakat bu kıymetler hiç birinde mutlak değil, izafî (değişken) dir. Bir makul, gözle görülen şeyler içinde misali bulununcaya kadar hayal ve kuruntudur. Bir mahsus (hissedilen şey) de, düşünülende misali bulunmadıkça, mahsus (gözle görülen) değil, bir yok olan serabdır. Hakkın zatı, ne sırf makul (akla uygunluk), ne de sırf mahsus (gözle görülen) dur.
Ne mahsus (görülen) tamamen makule dönüştürülür, ne de makul tamamen mehsusa dönüştürülür. Her ikisi de birbirini karşılıklı olarak tems i l etmek üzere hakka dönüştürülür. Aynı şekilde mutlak etki, ne sırf ruhâniyete mahsustur, ne de sırf cismaniyete; cisim ruhtan etkilendiği gibi, ruh da cisimden etkilenir. Ruh ile cisim arasında karşılıklı bir etki ve etkilenme vardır. Hak parıltısı bu ik i sinin arasında bulunur. Hakikî fail (yapıcı), ne ruh, ne cisimdir. Ne ruh cismin eseri, ne de cisim ruhun eseridir. İkisi de Allah'ın eseri ve Allah'ın delilleridir. Allah yalnız maddesiz olanların değil, maddenin ve maddeden olanların da yaratıcısı ve ya p ıcısıdır. Aynı şekilde hayır (iyilik) ve kemal (olgunluk), fazilet ve selâmet yalnız ruhâniyete mahsus değildir.
Etiyopya tarzı Sabi kabartmasında şeytan sevapları kefesini kaldırarak hafifletirken kutsal Habeş/ Etiyopyalı aziz Musa şeytanın kafasına vururken resmedilmiş |
Şer (kötülük) ve noksanlık, fesatlık ve rezillik ruhâniyette de vardır. Öyle olmasaydı rûhâniyetin derecelerinde ihtilaf olunmaz ve meleklik karşılığında şeytanlık olmazdı. Cisim olma, aslına ve yaratılışına göre şerrin başlangıcı değildir. Cisimlikte öyle faziletler vardır ki onlar ruhânilerde bulunamaz. Şu halde rûhâniyeti ve cisimliği içine alan beşer türünde hak delilleri ve Allah'a yakınlık mücerred (soyut) rûhaniyyetten daha fazladır. Beşer türü mücerred rûhâniden -belki- daha faziletli ve daha mükemmeldir. Hatta beşer, meleğin emrinde değil, melek beşerin emrindedir. Beşerin Allah'a yaklaşması için soyut rûhâniyetin aracılığı zaruri değild i r. Allah'dan insanlara ve insanlardan Allah'a doğru bir yol vardır. Yaratma Allah'a ait olduğu gibi, emir de Allah'ındır. Hudûd (hadler = cezalar) ve hükümler de Allah'ındır. Allah'ın tayin ettiği, Allah'ın inzal ettiği (indirdiği) dir. Beşer ne sınırsız, ne mühmel (terkedilmiş) dir, ne de yaratılışın müsait olmadığı sınırları kazanabilir.
Yaratılışı bozmaya çalışmamalı ve cesedi hakir görüp ezmeye uğraşmamalıdır. Fakat Sâbie bu noktada orta yoldan çıkmış, "hakka yaklaşmak yalnız ruhâniyettedir" zannıyla hissedilen (mahsus)i makul (akla uygun olan)a, cismânîyi rûhâniye dönüştürmeye, insandan melek yapmaya kalkışmış; kolaylığı zorluğa, hoşgörüyü baskıya, tecerrüd (sıyrılma)ü toplanmaya, bağlanmayı ayrılmaya tercih etmeye çalışmış ve buna göre rûhaniyet tutu c uluğu etrafında dolaşmak isterken ruhânî olmayan cisimlerden yardım istemeye kadar inmiş; birlik ve tecerrüd (yalnızlaşma) ararken çokluk ve şirk içinde kalmıştır. Bunun için ilk Sâbie de Haniflerden bazı esaslar alarak ruhâniyet ashabı, yahut meleklere t apanlar olmak üzere başlamış; heykel ashabı yahut yıldızlara tapanlar; eşhas ashabı yahut puta tapanlar olmakta karar etmiş ve bu iki gruptan her biri de, biri Hızbâniyye, biri de Hıribbâniyye adıyla iki esas mezhebe ayrılmıştır.
Ashâb-ı ruhâniyyat (Ruhâniyyât ashâbı): Ruh bir cevher (öz), fetha ile "ravh" da onun özel durumudur. Buna göre "rûhâniyet" ve "ravhâniyet" diye iki deyim (tabir) vardır.
Bunların mezhebi şudur: Âlemin hakîm (hikmet sahibi) ve hudûs (sonradan olma) kusurlarından uzak bir yapıcısı, yaratıcısı vardır. Ve bizim görevimiz, onun yüksek huzuruna erişmekten aciz olduğumuzu bilmektir. Ona ancak yanında yakınları (mukarrabîn'i) olan aracıları vasıtasıyla yakınlaşılır. Bunlar ise öz olarak (cevheren), fiil olarak ve hâl olarak temiz ve mukaddes olan ruhânîlerdir. Cevher (öz) açısından ruhâniler, cismânî maddelerden mukaddes, cesede ait güçlerden uzak, mekâna ait hareket ve zamanla ilgili değişmelerden münezzeh (kusursuz)dirler. Yaratılışları temizlik, fıtratları Allah'ı büyükleme ve yüceltme üzerinedir. "Allah'ın buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler" (Tahrim, 66/6) dirler. Bizi buna ilk muallimimiz (hocamız) Azimun ve Hürmüs irşad ettiler. Biz bunlara yaklaşırız ve bunlara tevekkül eder dayanırız. Bizim Rablerimiz, ilâhlarımız, Allah katında aracılarımız, şefaatçılarımız bunlardır. Allah da rablerin rabbi ve ilâhların ilâhıdır.
Şu halde bizim görevimiz nefislerimizi tabiata ait şehvetlerin kirlerinden temizlemek ve ahlâkımızı şehvet ve gazap kuvvetlerinin ilgilerinden ayıklamaktır ki, bu sayede bizimle rûhâniler arasında bir ilgi hâsıl olsun da onlardan ihtiyaç duyduğumuz şeyleri istiyelim ve durumlarımızı kendilerine sunalım ve bütün işlerimizde onlara âşık ve sabî (sevgili) olalım ki, onlar da bizi ve kendilerini yaratana ve rızık verene şefaat etsinler. Bu temizleme ve süsleme ise ancak bizim çalışmamızla ve kendimize hâkim olmamızla, nefislerimizi şehvet kötülüklerinden keserek rûhâniyet yönünden yardım istememizle olur. Yardım dilemek de dualarla, namazla rla, bol sadaka vermekle, yiyecek ve içeceklerden kendimizi tutmak, kurban kesmek, buhurlarla, tütsülerle tütsülenmek ve büyüklere saygı ile dua ve niyazdır.
Bu şekilde nefislerimizde aracısız bir yardım dileme yeteneği meydana gelir ki, o zaman biz de tıpkı vahy aldığını iddia edenlerin hükmünü kazanırız. Ve hatta sırf rûhânî olur, ilâhlar sırasına geçeriz. Peygamberler bizim türde emsalimiz, surette şekillerimiz, maddede ortaklarımızdırlar. Yediğimizden yerler içtiğimizden içerler, şekilde bize benzerler, biz onlara niçin itaat edelim, derler. Kur'ân'da "Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız" (Mümimûn, 23/34) âyeti, bunların bu sözlerini söylemektedir.
Fiil açısından rûhânîler, yaratma ve icatta, işleri bir halden bir hale çevirmede ve yaratıkları bir başlangıçta olgunluğa yönetmede aracı etkendirler. Kudsî hazreti ilâhtan kuvvet dilenir ve düşkün varlıklara feyz yayarlar. Ve bunların sıraya konulmuş dereceleri vardır.
Birinci olarak, yıldızları idare eden, bu cümleden olarak gezegen yıldızları yörüngelerinde tedbir ve idare eden rûhânîler vardır ki, yedi gezegen yıldızları bunların heykelleridir. Her rûhânînin bir özel heykeli ve her heykelin bir felek (yörünges)i vardır. Ve o rûhâninin o heykele nisbeti (oranı), ruhun cesede nisbeti gibidir. O, o heykelin rabbi, idarecisi ve müdürüdür. Sâbiîler, o rûhânilere ilâhlar, heykellere de rabler derler. Bununla birlikte çoğunlukla heykellere babalar, unsurlara anneler ismini vermişlerdir. Rûhânîlerin fiil ve tesiri, o uydu heykellerde ve unsurlarda birtakım değişiklikler meydana getirecek şekilde özel bir miktarda tahrik etmektir. Bundan bileşiklerin terkipleri ve anlaşmaları hâsıl olur da buna uyarak cismanî kuvvetler gelir. Ve bu cismanî kuvvetler üzerinede, bitki ve hayvan türlerinde olduğu gibi, rûhânîlerin nefisleri biner ve bu etkiler, bazan bir küllî rûhânîden kûllî olarak ve bazan cûz'î rûhânîden cûz'î olarak sâdır olur. Mesela yağmur cinsiyle beraber bir melek, her bir damlasıyla de bir melek vardır.
İkinci olarak, gökle yer arasındaki boşlukta ortaya çıkan ulvî (yüksek) eserlerin idarecileri olan rûhâniler vardır ki, yağmur, kar, dolu, rüzgâr gibi yerden çıkıp inen eserler, yıldırımlar, kıvılcımlar, gök gürlemesi ve şimşek, kuyruklu yıldızlar gibi gökten inmekle boşlukta ortaya çıkan eserler, aynı şekilde zelzeleler, sular, buharlar ve diğerleri gibi yerde meydana gelen eserler bunlarla idare edilir.
Üçüncü olarak, bütün varlıklarda geçici olan aracı kuvvetler vardır ki, kâinatın hepsindeki yaygın hidayet bunlarla idare olunur. Öyle ki kabiliyeti bulununca kuvvet ve hidayettten uzak hiçbir varlık görmeyiz. İşte rûhâniler böyle etkili yapıcıdırlar.
Hâl açısından rûhânilerin durumları, rablerin rabbi civarında rahat ve rızık, nimet ve lezzet, rahat ve sevinç olduğu da gizli değildir. Yiyecek ve içeçekleri, tesbih ve takdis, temcid ve tehlîldir. Bütün alışkanlıkları Allah'ı zikir ve Allah'a itaat iledir. Kimi, ayakta, kimi rükûda, kimi secdede, kimi ka'dede oturmakta olup, sevinç ve lezzetinden hiç biri durumunu değiştirmez.
Kimi Allah'dan korktuğu için gözünü açmaz, kimi bakışından gözünü kırpmaz, kimi sakin hareketsiz, kimi hareketli sükûnsuz, kimi kabz (can alma) âleminde büyük melek, kimi genişlik âleminde rûhânîdir. "Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar" (Tahrim, 66/6) âyeti bunların durumlarını anlatmaktadır.
Hanifler ise bunların tedbir edici, idareci, etkili sebep olmayıp, Allah'ın saltanatının delilleri ve Allah'ın gerek yaratma ve gerek kanun koyma (teşri) itibariyle emirlerini ve hükümlerini tebliğ edici olan elçileri olduğunu ve bütün bunların bir farklı tabiatla yaratılmış beşer fertlerinin aldığı vahy ve bilgi ile bilindiğini ve o farklı yaratılışda bulunmayanların bunları esas itibariyle o mümtaz (seçkin) beşerin aracılığı, öğretmesi ve telkini ile öğrendiklerini ve herhalde insanlıkta ortaya çıkan ve çıkabilecek olan fiillerin ve eserlerin daha yüsek olduğunu ve cismânî olan beşere ait ruhâniyetin sonlu olması mümkün olmakla beraber, kemalden kemale yükselmesinin de kabil olduğunu ve şu halde her beşer ferdinin, her ruhânîye göre değil ise de, rûhânî türe göre beşer türünün daha yüksek bir fazilete ve Hakk'a yakın olmada daha çok imrenmeye değer sevinç ve sûrûra, hem rûhânî, hem cismânî bir naîm cennetine ve büyük hoşnutluğa namzed bulunduğunu ve fakat Allah'a eş bulunmak mümkün olmadığında bu yükselme ve kemâle ermenin hiçbir zaman ilâhlığa yükselme ve ortaklık mertebesine varamayacağını ve bu yükseliş ve kemale ermenin ancak Allah'a tevekkül ve dayanma ile mümkün olabileceğini, hem asıl yaratılışta, hem her ilerleme anında yaratma ve emir ancak bir Allah'ın olduğundan her hangi bir şirkin (eş koşma) sonlu olacağını ve şu halde zât ile sıfat, tesir ile emir her şekilde Allah'ı birleyerek beşerin bütün dayanma noktalarını ruhâniyet ve cismâniyetin anlaşmış iki şahit olarak delalet ettikleri herşeyin döneceği âlemin yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi olan Hak Teâlâ'ya iman ve şehadette tanıyıp bütün varlıklarıyla ona yönelmeleri ve en yüksek vasıta ve önderlerini de ruh â niyet ve cismaniyeti içine alan beşer türü içinde farklı yaratılış ile yaratılmış peygamberler, resûller ve onların vârislerinde aramaları ve Allah'ın insanlara ihsan buyurduğu bu nimete, bu doğru yola şükredip nankörlük etmemeleri gerekeceğini anlatmışlardır.
Şehristâni önce Sâbiîleri rûhaniyet taassubu ile hareket eden Ruhâniyet ashâbı içinde özetleyip son Sâbiîlerin felsefelerine göre Hanifler ile Sâbiîlerin bu konuda birçok münakaşa ve atışmalarını uzun uzadıya anlatarak muhakeme yaptıktan sonra en esaslı gruplarını ayrıntılarıyla anlatarak der ki:
Ashâb-ı heyakil (Heykeller ashabı): İnsan bir aracıya muhtaç olunca ona yönelmenin ve yaklaşmanın mümkün olması ve kendisinden istifade edilebilmesi için, bu aracının görülür bir şey olması gerekeceğini hisseden rûhaniyet sahipleri, ilk önce "yedi gezegen" den ibaret olan heykellere sığınmışlar ve buna göre önce bunların evlerini ve manzaralarını; ikinci olarak doğuş ve batış yerlerini; üçüncü olarak huylarıyla ilgili, uygun ve uygun olmayan şekillerde bitişmelerini; dördüncü olarak buna göre gecelerin, gündüzlerin, saatlerin taksimlerini; beşinci olarak yine bunun gibi sûretlerin ve şahısların, iklimlerin ve memleketlerin takdirini öğrenmeye çalışmışlar ve bunun üzerine mühürler yapmışlar, azanın adıyla bir takım havass, efsûn, dua bellemişler ve her yıldıza -mesela Zühâl'e (Satürn) cumartesi gibi- bir gün ayırmışlar ve ilk saatine riayet etmişler ve onun şekline ve durumuna göre yapılmış mührünü kullanmışlar, ona mahsus elbise giymişler, ona özgü dualarla o ndan istenecek dileklerini istemişler ve her birine böyle gün ve saat tayin etmişler ve bunlara erbâb (rabler), âlihe (ilâhlar); Allah Teâlâ'ya da rablerin rabbi, ilâhların ilâhı demişler; içlerinden bir kısımları da Güneş'i ilâhların ilâhı ve rablerin rabbi saymışlar ve bu şekilde heykellere, rûhânîlere yaklaşmak için, rûhânîlere de yaratıcı Allah'a yaklaşmak için ibadet etmişler.
Çünkü heykellerin bedenlerinin rûhâniyet olduğuna inanmışlardır. Ve sonra yıldızların iş ve tesirleri esası üzerine tertip edilmiş bir takım acaib hileler ve sanatlar çıkarmışlardır ki, bunlara "tılsım" adı verilir.
Kitaplarında yazılmış olan o tılsımlar ve sihir, kehanet ve tencim (yıldız falcılığı), tahtim (mühür basma), ta'zim (büyükleme), suver (şekiller) bunların hepsi onların bilimlerindendir. İşte bunlara "heykel ashabı" ve "yıldızlara tapanlar" denir.
Ashâb-ı eşhasa (Şahıslar ashabına) gelince: Bunlar da ashab-ı heyâkil gibi aracının gerekliliğine ve rûhâniyetin bu aracı vesileler olduğuna; fakat onların gözle görülmedikleri ve dillerle hitap edilmedikleri için kendilerine yaklaşmak ancak heykellerine yaklaşmakla olabileceğini söylemekle beraber, heykellerin de bazı zaman görünüp, bazı zaman da görünmediklerinden dolayı, onlara yaklaşmanın da saf ve devamlı olamayacağına ve böylece heykellere yaklaşmak için de göz önüne dikilmiş bir takım şekiller ve şahıslar gerekli olduğuna hükmederek yedi heykelden her birinin heykele ait misalinde bir takım müşahhas (somut) putlar edinmişler ve her birinde o heykelin özel cevherine riayet ederek yine yıldızlar esası üzere bunlara tapmaya ve bunlarla yıldızlara ve onlarla rûhânîlere ve onlarla Allah'a yaklaşacaklarına inanmışlardı.
Ve bunlara "semâvî ilâhlar" karşılığında "ilâhlar" demişlerdir ki, işte bu Ashâb-ı eşhas, "puta tapıcılar" cümlesindendir. Yukarda gösterildiği üzere İbrahim Aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiği zaman Sâbiîler böyle Ashâb-ı heyakil ve Ashâb-ı es'nam (putlar) olmak üzere iki sınıf bulunuyorlardı.
Hazreti İbrahim hak olan Hanifliğe davet etti. "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve artık ben müşriklerden değilim" (En'âm, 6/79) diye, Hanifler mezhebini ikrar, Sâbie mezhebini de iptal etti.
Fıtratın Haniflikten ibaret ve temizliğin bunda bulunduğunu, fıtrattan kastedilen tevhide şahitlik ve kurtuluşun buna bağlı olduğunu, şeriatlerin ve hükümlerin bu şahitliğe birer şeriat ve yol olup, nebilerin ve resullerin bunları yerleştirmek ve takdir için gönderildiğini, fâtiha (giriş) ve hâtim (bitiş)in, başlangıç ve kemalin bu şerîatlar ve yol l arı özetleme ve yazmaya bağlandığını ve kıymetli dinin ve doğru yolun bundan ibaret olduğunu açıklamıştır.
Ve Allah Teâlâ peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya da "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın fıtratı değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız ona yönelin ve O'ndan korkun. Namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Onlar) dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her parti kendi yanındakiyle sevinmektedir" (Rûm, 30/30-32) buyurmuştur.
Hızbâniye, Sâbie'den bir topluluktur ki, yaratıcı Allah'ın hem tek, hem çok olduğuna kânidirler. Derler ki, zâtında, evvelinde, aslında, ezelde tekdir. Fakat şahıslarla kendi gözünde çoğalır ve bu şahıslar yedi idareci (müdebbir), bir de âlim, faziletli olan hayırlı yeryüzü şahıslarıdır ki, ilk ve bir olan, bunlarla ortaya çıkar ve şahıslarıyle şahıslanır. Ve bu çoğalma, onun zatındaki birliğini iptal etmez. O, feleği (yörüngeyi) ve yörüngedeki bütün gök cisimlerini, yıldızları yaratmış ve onları bu âlemin idarecileri kılmıştır. Bunlar, âbâ (babalar, ana unsurlar), mürekkebât mevâlid (doğurucu bileşikler)dirler. Babalar, diri ve nâtık (konuşan)dırlar. Eserlerini, unsurlara emanet ederler. Unsurlar da o eserleri rahimlerine kabul ederler ve bundan doğumlar olur. Ve sonra vâlidelerden bazan öyle saf ve kâmil yetenek, kusursuz biz mizac ile bir bileşik şahıs raslayıverir ki, ilâh bununla âlemde şahıslanır. Sonra tabiat - ı kül meskûn ilkimlerden her birinde her otuzaltı bin dörtyüz yirmi beş sene başında insan ve diğer hayvan cinslerinin her türünden erkek dişi bir çift yaratır ve o tür o müddetde bâki kalır.
O devir tamam olunca o cinslerin nesli ve üremesi kesilir; yeni bir devir, insanı, hayvanları, bitkileriyle yeni bir karn (asır- devir) başlar. Ve dehr (zaman) ebedî olarak böyle gider. Ve işte peygamberler dilindeki vaad edilen kıyamet budur. Yoksa bu dünya evinden başka ahiret evi yoktur.
Ölen dirilmez, kabre giren tekrar dirilmez derler. "Siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman size, mutlaka (yeniden hayata) çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?. Heyhat, o size vaad edilen şey ne kadar uzak". (Mü'minûn, 23/35-36) bunların sözüdür. Tenâsüh, hulûl davaları bunlardan çıkmıştır. Tenâsüh, sonsuza kadar devirlerin tekrar etmesi, hulûl de anıldığı üzere ilâhın bir şahısta sahışlanmasıdır ki, şahsın mizacının yeteneğine göre bazan tam zatının hulûlü (girmes)yle, bazan da zatından bir cüz'ün hulûlüyle olduğunu söylerler.
Ve çoğunlukla demişlerdir ki, bu şahıslanma semâvî heykellerin hepsiyle birdendir. O, tekdir. Ancak teker teker her birinde fiili, ondaki eserleri ve onunla şahıslanması kadar açık olur. Şu halde yedi heykel onun yedi uzvu ve bizim yedi uzvumuz onun yedi heykelidir ki, o bunlarla görünür de bizim dilimizle söyler, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir, ellerimizle alır ve genişletir, ayaklarımızla gider gelir ve uzuvlarımızla işler ve tesir eder. Ve bunların zannınca şerleri, hataları, gübreleri, pis böcekleri, yılanları, akrepleri yaratmak Allah'ın şanına yaraşmaz; bunların hepsi yıldızların saadet ve uğursuzlukla bitişmesinden, unsurların saflık ve üzüntülerle birleşmesinden zorunlu olarak veya tesadüfen vâki olur.
Hırıbbâniyye'ye gelince: Bunlar sözlerini, "Azimun, Hürmüs, A'yânâ, Evazi" adıyla dört peygambere nisbet ederler ve içlerinde Eflâtun'un anası tarafından dedesi Solün'e de nisbet eden ve bunun peygamber olduğunu iddia edenler de vardır." Evazi bize soğanı, cirris balığını, baklayı haram etti" derler. Genelde Sâbie üç namaz kılarlar, cünüblükten ve bir de ölüye dokunmaktan dolayı yıkanırlar.
Domuz, deve, köpek ve pençesi bulunan kuşlar ve güvercin yemeyi haram bilirler. Sünnet olmaktan, içkide sarhoş olmaktan yasaklarlar. Evlendirmede velî ve şahidlerin bulunmasını emrederler. Hâkimin hükmü (kararı) olmaksızın boşanmayı caiz görmezler. İki kadınla evlenmeyi de caiz görmezler.
Gök Cisimlerinin Şekilleri;
Sâbie'nin, aklî, rûhânî cevherler adına ve yıldızların semâvî şekilleri üzerine bina ettikleri heykellere gelince:
Zuhal (Satürn) heykeli altıgen, Müşteri (Jüpiter) heykeli üçgen, Merih heykeli dikdörtgen, Şems (Güneş) heykeli kare, Zühre (Venüs) heykeli karenin karnında üçgen, Utarit (Merkür) heykeli dikdörtgenin karnında üçgen, Kamer (Ay) heykeli sekizgendir.
(Not-Masonların şekilleri ile yakındır)
(Not-Masonların şekilleri ile yakındır)
Yukarda işaret edildiği üzere "sabit yıldızlar"ı, esas kabul eden ve yıldızların kararlarını onların seçkin (havass) lerine dayandıran Sâbie de vardır ki Hind ve Arap Sâbieleri bunlardandır. Sâbie filozofları Âzimun'dan şunu nakletmişlerdir ki, ilk mebâdî (başlangıçlar) beştir: "Allah Teâlâ, akıl, nefs, mekan ve halâ (boşluk)dır. Ve bileşiklerin varlığı bunlardan sonradır". Fakat Hürmüs' ten nakledilen böyle değildir. Hürmüs demiştir ki: "Yaratılışı bakımından faziletli, mayası mahmud (öğülmüş), âdeti merzî (razı olunmuş), sonu ümitli kişinin ilk vazifesi Allah Teâlâ'yı büyüklemek ve onun bilgisine şükretmektir. Bundan sonra da üzerinde na musun yerini itiraf etmekle taat hakkı, sultanın nasihat etme ve uyma hakkı, nefsinin çalışmak ve saadet kapısını açmada başlama ve alışkanlık hakkı ve özünün kendilerine sevgi ve bol bol vermeye koşmakla tahlil (helal kılma) hakkı vardır ki, bu esasları sağlamlaştırdıktan sonra herkesten ezayı defetmek ve güzel ahlâk ile güzel geçinmekten başka bir şey kalmaz".
Görülüyor ki Hürmüs tamamen Hanifler'in esasını anlatmış, Allah'ı büyüklemeden sonra namus deyimiyle peygamberliği ifade etmiş ve peygambere itaatı ve yerinin itirafını Allah'ı bilmeye yaklaştırmış ve burada rûhânîleri büyüklemeyi zikretmiş, sonunda da güzel ahlâkı göstermiştir. Hürmüs'ten Hanifler mezhebini anlatan daha başka hikmetler de nakletmişlerdir.
Sâbie'nin farklı vasıfları şu dört hususta özetlenir:
1- Aslında Allah'dan indirilmiş olan bir dinden alınma ve sapma.
2- Rûhâniyet taassubu (tutuculuğu), diğer deyişle meleklere tapma.
3- Yıldızlara tapma.
4- Putlara tapma.
Bu dörtten rûhâniyet tutuculuğu, meleklere tapma en mühim esas ve buna bağlı olarak yıldızlara tapma en açık vasıfları olduğu ve putlara tapmanın bu iki ruh hâlinden doğduğu anlaşılıyor. Şu vasıflar altında mutlak Hind Sâbielerinin Buda'larını, Çin'in Konfüçyüs'lerini, son zamanların "espirtizm" ve "spiritüalizm", "idealizm" dedikleri mezheplerin ve hıristiyanların Entüzyast fırkalarının aslını içine alır.
Bilhassa Hızbâniyye ise "panteizm", "panteist" kelimelerinin karşıtı demektir. Hulûl (ruhun başka cisme girmesi), Allah'ın cihanın canı, âlemin ruhu olması inancı, eski Yunan ve Roma dinleri, ilâhların doğması ve doğurması fikirleri Sâbie'nin bu Hızbâniyye mezhebine aittir.
Hıristiyanların da rûhâniyetçilikle Mesih'in ilâhlığı davasında bunlara benzerliği vardır. Şer meselesinde de Hızbâniyye, Mecûsilikle ilgilidir.
Hırıbbâniyye ise Hızbâniyye kadar ileri gitmemiş, az çok bazı peygamberlerin izini takip etmiştir Âzimun'un hazreti Şit, Hürmüs'ün Hazreti İdris olduğunu söylemişler, Hazreti Nûh'u da öne sürmüşlerdir ki (A'yânâ) dedikleri de bu olsa gerektir. Ve bu kısım Sâbie'de bir "kitap ehli" durumu da yok değildir. Bu noktada Fahreddin Râzî de demiştir ki: "Yıldızlar hakkındaki görüşleri iki şekilde düşünülebilir.
Birisi yıldızlara hiçbir tesir isnat etmiyerek yalnız Allah'a ibadet için birer kıble inancıyla yönelmeleridir ki, bu şekilde müşrik değillerdir. Diğeri de, Allah Teâlâ'nın âlemi yarattıktan sonra, onun tedbir ve idaresini yıldızlara vermiş olduğu ve buna göre Allah'ın yıldızlar üzerinde, yıldızların da bu süflî (düşük) âlemde etkili birer rab oldukları inancıyla tapmalarıdır ki, bu Gıldâniler'e nisbet edilen görüştür. Ve bunlar müşriktirler." İşte mutlak Sâbie bir taraftan mutlak müşrik, bir taraftan da bir kitap ehli manzarası arzettiklerinden tâbiîler ve fakihler de son Sâbie'ye şer ' an Yahudi ve Hıristiyan gibi kitap ehli gözüyle mi, yoksa müşrik gözüyle mi muamele edileceğinden bahsetmişler, bazısı "kitap ehli" gibidir, kestikleri yenir, kadınları ile evlenilir demişlerdir. Bazıları da müşrik ve mecûsi gibidirler, kestikleri yenmez, kadınları ile de evlenilmez demişlerdir.
İmam-ı Âzam'dan kitap ehli oldukları, İmameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) den kitap ehli olmadıkları rivayet edilmiştir. Ebu'l-Hasen el- Kerhî demiştir ki: İmam-ı Âzam katında kitap ehli olan Sâbiîler Mesih dinine geçmiş olan bir kavimdir ki İncil okurlar.
Fakat yıldızlara tapan Sâbiîler yani Harran bölgesindekiler ne İmam-ı Âzam, ne İmameyn hiçbirinin katında kitap ehli değildirler. Ebu Bekir er-Râzi "Ahkâm-ı Kur'ân"ında bunu naklettikten sonra der ki: Şu zamanda Sâbiîler ismiyle bilinenlerde kitap ehli yoktur. Yani Harrân civarında bulunanların, gerekse Vâsıt çevresindeki Betaih kısımlarında bulunanların aslında milletleri birdir. Hepsinin de inançlarının aslı yedi yıldızı büyüklemek ve tapmak, onları ilâh kabul etmektir. Bunlar aslında puta tapıcıdırlar.
Fakat Fürs'un Irak iklimine üstün geldiği ve Sâbiîler hükümeti (ki Nabat idiler)ni ortadan kaldırdığı zamandan beri bunlar açıktan putlara tapmaya cesaret edemez oldular. Çünkü Fürs'ler onları bundan men etmişlerdi.
Aynı şekilde Rumlar, Şamlılar ve Cezire'liler Sâbiî idiler. Konstantin Hıristiyan olunca bunları kılıç ile Hıristiyanlığa sevketti. Ve o zamandan itibaren puta tapma battı ve bunlar görünürde Hıristiyanların içine karıştılar, fakat çoğu puta tapıcılığını gizleyerek eski mezheplerinde kaldılar.
İslâm dini ortaya çıkınca da Hıristiyan cümlesinden olarak İslâm zamanına dâhil oldular. Müslümanlar bunlarla Hıristiyanlar arasını ayırmadılar. Çünkü bunlar putlara taptıklarını gizliyorlar ve asıl inançlarını açıklamıyorlardı. Gerçekte bunlar inançlarını gizlemekte en mahir (usta) kimselerdir. Çocuklarının akıllarının esmeye başladığından itibaren dinlerini gizlemeleri hususunda da birçok işleri ve hileleri vardır. İsmâîliyye, mezhep gizlemeyi bunlardan almıştır. Ve davetlerinin en sonu da bunların mezhebine dayanır.
Hepsinin aslı "yedi yıldız"ı ilâhlar kabul edip tapmak ve onların isimlerine göre putlar edinmektir. Bu hususta aralarında değişiklik yoktur. Harran bölgesinde bulunanlarla Bataih yöresinde bulunanlar arasındaki değişiklik, ancak şeriatlerinden bazı şeylerdedir. Ve bunlarda kitap ehli yoktur.
Ebu Bekir er-Râzî, Mâide sûresinde bu izahları verdikten ve ikisi arasında bir müşterek asıl gösterdikten sonra Berâe sûresinde de demiştir ki: Sâbiîler iki kısımdır. Birisi Kesker ve Bataih yörelerinde bulunanlardır. Bize ulaştığına göre, bunlar din işlerinin pek çoğunda Hıristiyanlara aykırı olmakla beraber, Hıristiyanlıktan bir sınıftırlar. Zira Hıristiyanların Merkûniyye, Arsosiyye, Mârûniyye gibi böyle birçok grupları vardır ki, Nastûrıyye, Melkiyye, Yakubiyye adındaki üç mezhebin üçü de onlardan yüz çevirirler ve onları haram kılarlar. Bu mezhep de Yahya b. Zekeriyya'ya ve Şit'e bağlanıyorlar. Allah Teâlâ'nın Şit b. Âdem'e Yahya b. Zekeriya'ya indirdiği kitaplardır diye bazı kitaplara da sahip çıkmaya çalışıyorlar. Ve Hıristiyanlar bunlara Yuhannasiyye (Senjan Hıristiyanları, yani Yahyaviyye) adını veriyorlar. Ve işte İmam-ı Âzam'ın kitap ehlinden saydığı, kestiklerinin yenmesini ve kadınlarıyla evlenilmesini mubah gördüğü Sâbiîler bu kısımdır.
Kendilerine Sâbiîler adını veren bir mezhep daha vardır ki, peygamberlerden hiçbirine intisap etmezler. İlâhî kitaplardan hiçbirine sahip çıkmaları yoktur. Bunlar kitap ehli değildirler. Ve böyle bir mezhebin kestiklerinin yenmiyeceğinde ve kadınlarının nikâh edilmeyeceğinde ise ihtilaf yoktur.
Her iki âyette Kur'ân, Sâbiîleri, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi müminlere karşı zikretmekle, bunların da mümin olmadıklarına işaret etmiştir.
Fakat Kitap ehli olup olmadıklarına gelince: Kitap ehli siyakında anılmış olmalarına ve Yahudi ile Hıristiyanlar arasında deveran ettirilmelerine göre kitap ehli değilse de Mecusî gibi ve hatta onları da içine alabilecek bir şekilde -şöyle böyle ikisi ortası- bir kitap ehli şüphesinde bulunduklarında bir îmâ (işaret) yapmış olmakla beraber "Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi." (En'âm, 6/156) âyetinin gösterdiği üzere Kur'ân'da Müslümanlardan önce kitap ehli denilişi Yahudi ve Hıristiyanlara mahsus olduğundan ve her iki âyette "Sâbiîn" ve "Sâbiûn", Yahudi ve Hıristiyanlardan ayrı olarak zikredilmiş bulunduğundan, âyetlerin zahiri (görünüşü) bunların kitap ehli olmadığını göstermektedir. Âlimlerin anılan görüş ayrılığı da gerçekte bu adı taşıyanlar içinde Yahudi veya Hıristiyanlardan sayılanlar bulunup bulunmadığını tayin ve tetkik etme meselesinden doğmuştur.
Şunu hatırlatmaya ihtiyaç yoktur ki, Nasara (Hıristiyan) ismi bütün Hıristiyan fırkalarını içine almış olduğundan Hıristiyanların, Yuhannasiyye, (Senjan Hıristiyanları- Sen Jan Şövalyeleri) dedikleri Sâbiîn grubu Hıristiyanlardan sayılan bir mezhep olunca, elbet bunlar da Hıristiyan ismi altında dahildirler.
Ve şu halde Yahudi ve Hıristiyanlardan başka zikredilen Sâbiîn'in bunlardan başka olan Sâbiûn'a sarfedilmiş olması gerekir. Buna göre Kasımireski madem bunların tutucu Hıristiyanlar olduğunu kabul etmiş ve hatırlatmıştır. O halde bu hatırlatmayı yaparken bunları her iki âyette Hıristiyan adı altında düşünmek ve Nesara denildikten sonra Sâbeit denilmesinin mânâsı kalmayacağını düşünmek ve Nesara'dan sonra zikredilen Sâbiîn'i de Sâbiûn gibi "sabeen" diye terceme etmek ve Frenkleri şüpheye düşürmemek gerekirdi.
Frenklerin de bu açık hatayı anlamaları ve bundan dolayı İslâm müctehidlerine insanlık dışı bir hisle dil uzatmamaları lazım gelirdi. Ve açıklandığı üzere Sâbie'ye karşılık ruhâniyet ve cismaniyetin birleşmesi noktasında yürüyen ve bu şekilde insanî kıymeti, insana ait fıtratı Allah'dan sonra her şeyin üstünde yükselmesi ve olgunlaşmasını mümkün gören Hanifliğin en yüksek, en olgun görünüşü olan İslâm dinini hak ve insanlık adına bütün insanlara tavsiye edecek yerde politik gayelerle onun aleyhinde söz söylememek gerekirdi.
Sabilere ve Gayri Müslümlere (Başta Vatikan ve İşbirlikçileri) Karşı Alınacak Tavır;
Özet olarak hakikat şudur ki: Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve Sâbiî, bu dört sınıf içinde ve hatta bunların dışında her kim gerek devam ve sebat, gerek bundan böyle tevbe ve iyilik ile "kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse" şartını hâiz ve bu vasfa ciddi olarak ve tam mânâsıyla sahip olursa, bunlara korku ve hüzün yoktur. Her lekeden, noksandan uzak bir gerçek kurtuluş kesindir. Ve bu şekilde ilâhî rahmet yolu herkese açıktır.
Şüphe yok ki Allah'a iman, Allah'dan gelen her hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmektir. Bunun gereği olan ahirete iman ise gelecekte muhakkak bir sorumluluk gününün geleceğini ve her amelin iyi veya kötü cezasının verileceğini itiraf ve tasdik etmektir. Bu imana yaraşan amel de yaşadığı zamana kadar
Allah'dan gelmiş olan emir ve yasakları hakkıyla yerine getirip, gereğince güzel ve faydalı işler yapmak, kötülükten kaçıp iyiliklere koşmaktır.
Ve işte böyle olanların o sorumluluk günü her çeşit korku ve elemden kurtulacakları, esenlik ve hakiki saadete erecekleri muhakkaktır. Bu kanun her zaman için haktır. Dün de hak, bugün de hak, yarın da haktır. Hem herkes ve her toplum için de haktır. Müslüman içinde hak, Yahudi için de hak, Hıristiyanlar için de hak, hatta sâbiîler için bile haktır. Evvel ve âhir (önce ve sonra) hiçbir din, hiçbir şeriat, tasavvur olunamaz ki bunu bir yol olarak kabul etmesin ve bunun tersini iddia edebilsin. Yahudi ve Hıristiyanların bu hak kanuna ilerden beri ne derece uygun olduklarına ve olabileceklerine gelince:
Maide Suresi 5: 103- “Allah, ne "bahîre"yi, ne "sâibe"yi, ne "vesile"yi ve ne de "hâm"ı meşru kılmıştır. Fakat küfredenler, Allah'a yalan iftira etmektedirler. Onların çoğunun akılları ermez”.104-“ Onlara: " Allah'ın indirdiği (kitabı)ne ve peygamber'e gelin" dendiği zaman:" Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsa da mı?”
c-Neme lâzımcılık konusu;
Hz. Sıddîk (Ebu Bekir) (r.a.)den de rivayet edilmiştir ki, bir gün minberde, şöyle demiştir: Ey insanlar, siz bu âyeti okur ve konusunun dışına kor, ne olduğunu bilmezsiniz. Ben Resulullah'dan işittim, diyordu ki: İnsanlar bir kötülüğü görürler de değiştirmezlerse, Allah Teâlâ genelde hepsine azab eder. Şu halde iyiliği emrediniz ve kötülüğü men ediniz, âyetini yanlış anlayarak aldanıp da herbiriniz: "Neme lazım, ben kendime bakarım" demesin. Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz yahut Allah sizin üzerinize şer olanlarınızı kullanır da onlar size en kötü azapları getirirler, sonra iyileriniz dua eder de kabul edilmez." Yine Peygamberimizden şu hadis rivayet edilmiştir ki: "Hiç bir kavim yoktur ki, içlerinde kötülük işlensin veya fenalık yol alsın ve onlar onu değiştirmesin ve reddet meşinler de onların hepsine cezaları umûmileştirmek Allaha hak olmasın olmaz. Herhalde genel cezayı hakeder, sonra da duaları kabul olmaz". "Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz." (Enfâl, 8/25) âyet-i kerimesi bunu anlatmaktadır.
Şu halde bu âyeti sırf ferdî bir mânâda almamalı, den ferdî nefsi ve tümüyle toplumun kendisini içine alan bir mânâ anlamalıdır. Yani her ferd, kendi ferdliğinde vazifesini bilir ve yapar. Müslüman sosyal toplumu da bütün işleri itibariyle toplum halinde iyilik üzere bulunur, bizzat hidayet üzere gider, ferdî nefis ferdliğinde, sosyal nefis sosyalliğinde hidayet ve iyiliğini muhafaza ederse, onlara kâfirlerin, müşriklerin, yabancı milletlerin sapıklıkları hiçbir zarar vermez.
Yoksa "Ben yapmıyorum ya, başkaları ne yaparsa yapsınlar" deyip de toplum işlerinin işleyişiyle ilgilenmeyen ve onun düzelmesini görev edinmeyenler, kendi şahıslarında doğru yolu tutmamış ve yuları, şerli önderlerin ve sapık kişilerin ellerine teslim etmiş olacaklarından dolayı, herhalde sorumlu olur, zarar görürler.
Bununla beraber âyet bize asıl şunu da gösteriyor ki, kurtuluş ve toplumun hidayeti, kurtuluşun başlangıcı ve hidayeti de ferdîdir. Fertler doğrulunca toplum da doğrulmuş olur. Toplumu ıslah ve tazim etmek isteyen kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten menetmeye önce kendi şahıslarından başlamalıdırlar.
Bunun için müminler de başkalarından önce kendilerini düzeltmeli ve kendi iç işlerini ıslaha dikkat etmelidirler. Bunu yaptılar mı, diğer bozu k olan bireylerin ve toplumların sapıklıklarından rahatsız ve sorumlu olmazlar. Onların zarar ve sorumlulukları sırf kendilerine ait kalır.
Bundan dolayı sapıklara bakmayın da önce kendinize dikkat ediniz. Zira her kim, hangi birey veya hangi toplum olursa olsun. Sonunda hepinizin dönüş yeri ancak Allah'adır. Mümin ve kâfir, salih, fâsık, doğru ve eğri hepiniz sonuçta Allah'a gidecek, Allah'ın huzuruna varacaksınız ve Ondan başka bir dönüş yeri bulamayacaksınız. O da, o zaman size her ne yaptınızsa he p sini haber verecek, ona göre muamele edecektir; kâr mı, zarar mı ettiniz, o zaman anlaşılacaktır. Şu halde doğru yol ancak Allah'ın yolu, Allah'ın rızası yoludur. Akıllı olan, önce ve sonra, bundan ayrılmaması gerekir. Her kim olursa olsun ölümden, ahiretten, Allah'tan kurtuluşa imkân yoktur.
Sabi çocuk vaftiz ibadetinde |
Bu kitabın telif hakları ©/ adilyargic/adilyargicc/keykubat/Alaeddin Yavuz'a aittir. Copyright © of this article is belong to adilyargic/adilyargicc/keykubat/Alaeddin Yavuz.