27 Nisan 2011 Çarşamba

GAZOZ KAPAKLARI

GAZOZ KAPAKLARI

Bu blog yazarlığı var ya inanın yazdıkça adamı başka bir insan haline dönüştürüyor. Bazen aklıma olmadık şeyler geliyor diyorum ki;

-YAZMAAAAA!!!!

Ama bazen de tutamıyorum kendimi yazıveriyorum işte bu yazı da öyle “uçuk kaçık” bir yazı. Boş vakti olana!
Günlerden bir gün ve her gün yaptığım işi yapıyorum. Bloguma giriyorum, yazılarıma yapılan yorumlara bakıyorum, kimisini siliyorum kimisini bırakıyorum eh polis milleti ben biraz sansürcüyümdür de. Küfürleri, ahlaksızlıkları yayınlamam.

Neyse bir yorum görüyorum yapılmamış eleştiriler, ilginç tespitler falan karalamış da karalamış, derken e- mail adresini vermiş cevaplamam için falan filan.

Bir ara buna bir cevap yazayım diyor ve yazıyorum. Derken muhabbet, muhabbet tasavvuf, teoloji, felsefe, dünya düzeni benim ailemin zavallı ekonomik düzeni derken dostluk ilerleyip gidiyor.

Diyor ki;
Ben genç kızlığımda Türkiye’ye gelmiştim, sokak aralarında küçük çocuklar, gençler “gazoz kapaklarını” toprağa batırarak dikerlerdi, gazoz kapaklarının sayısı bahis pazarlığına göre oyuncu başına bir ve daha yukarı sayıda olurdu. Her oyuncu kendi gazoz kapaklarını dikerdi sonra beş on adım ara verip çizgi çekerlerdi. Çizginin üstüne basarak misketle kapakları vurmaya çalışırlardı.

İlk vuran vurduğu yerden sağ tarafa doğru ne kadar varsa alırdı. En baştakini vuruncaya kadar devam ederler ve en baştaki de vurulduktan sonra yeniden dikerlerdi. Oyunculardan çoğunun gazoz kapakları tükeninceye kadar oyuna saatlerce devam ederlerdi. Hatta bu kapakları parayla birbirlerine bile satarlardı.
Bu oyuna ne diyordunuz siz? Deyince;

-SİSİ deyiverdim. Evet oyunun adı Sisi’ydi.

Sen bu oyunu iyi bilir misin deyince bilmem diyebilir miydim?

-Tamam en kısa sürede gelip seninle oynayacağım. Toplayabildiğin kadar gazoz kapağı topla dedi.
Ben de yakınlarda ne kadar bakkal, çakkal varsa dolaşıp önlerindeki gazoz kapaklarını topladım. Bir çuval oldular.

Gün geldi, hanım efendi telefonu çaldırdı, “-lütfen Atatürk Hava Limanına geliniz. Orada buluşalım. Ben gelmeyeli İstanbul çok değişti, kaybolmayayım!”  falan dedi.
Ne diyelim, bizde araba falan yok, belediye otobüsü şu bu vardık hava limanına. Bir kadın gelecek ama ne yaşı ne resmi hakkında hiçbir fikrim yok.

Bendeniz de malum oturdum hava alında ve bekliyorum, Julıa Roberts mı Sandra Bullock mu,Sharon Stone mu? Diyorum hadi ordan onlar Amerikalı!  Diyorum falan derken birden iki tane 1.95’lik yarma adam aralarında 90’lık bir koca karı, adamların ellerinde bir pankart, ben fakirin adı yazılı.

-Ulan diyorum tam piyango vurdu ha! Bu karıyı buharlı pres ütüye yatırsan, cildinin hiçbir yeri valla düzelmez billa düzelmez! Diye aklımdan geçirirken kendime bir kez daha kızıyorum ve;
-Ulan evine gelen misafirin cildinden sana ne, zaten bunu çağrıştıracak tek bir laf mı etti ki sana da böyle hayallere kapılıyorsun düdük? Derken telefon çalıyor ve Aanaaaa o ne? Koca karı da elinde telefon beni arıyor ve telefonu açıyorum;

-Hoş geldiniz efendim sizi gördüm geliyorum!

Neyse görüşüyoruz, eller sıkılıyor, yüzler gülüyor taksi durdurmak için işaret ederken koca bir limuzin geliyor bize “buyurunuz” çekiliyor.

Bendeniz bir defa daha şoka giriyorum, aklımdan;

-Ulan bu limuzini ben nasıl öderim, yandı gülüm emekli maaşı! Derken hanımefendi beni teskin edici bir işareti anında yapıyor ve bende “çıt” yok elbet!
Ben öne, geçiyorum, yarmalar hemen beni arka tarafa çekiyorlar, adamlar silahlı karı da V.İ.P’ten çıkmıştı zaten!

Neyse şöför adresi alınca, misafirim başlıyor sohbete derken bakmışım benim fakirhaneye gelmişiz. Ama yaş olarak olmasa da gerçek anlamda bir ruh ikizliği derler ya öyle bir şey. Bütünüyle gönül rahatlığı veren bir muhabbet ki içimin uzun süredir böyle rahatladığına tanık olmadığımı fark ediyorum. Neyse bu arada da eve gelmişiz.

Herkes limuzine bakıyor bana falan evime giriyoruz, hanım bir şeyler hazırlamış ikram ediyor. Yeniliyor içiliyor derken zaman akşamı gösterdiğinde dışarı çıkma isteklerini belirtiyorlar. Limuzin kapıda, polisler sivil adamlar telsizler caykıl cuykul ortalığı bir birine katıyor.
Neyse Limuzin alıyor bir İstanbul sefası akşam gezisi derken, mütevazi hanımefendi benim çekyatta yatmak istediğini söylüyor.


Eskimiş bedeninin dinlendirmesi için yatağımızı verip biz kendimiz çocuğun yanına geçiyoruz  ve yarmalara da salonda yer yatakları verip geceyi kapatıyoruz.

Evde herkes de bir merak.

-Gazoz kapakları ne olacak?

Sabah olunca bizim hatun zeytin, peynir, süt kaynatıyor, misafirlerimiz hiç yadırgamadan severek yiyiyorlar falan kahvaltı bitince hanımefendi hemen yapıştırıyor;

-Gazoz kapakları nerede?

-Yav evin içinde mi oynayacağız?

-Sen karar ver?

-Sokaklar asfalt orada da olmaz. Aşağıda sahilde toprak yerler var oraya gidelim mi?

Hayda cümbür cemaat gidiyoruz. İlk oyunu oynadıktan sonra görenler de çocuk yaşlı katılıyorlar ve birçok oyun arkadaşı bir araya gelip başlıyoruz misket yuvarlamaya.

Bir de bakmışık ki, hava kararmış, millet açlıktan perişan. Haydi eve geliyoruz.

Ama bizim misafir hanım herkesin gazoz kapaklarını yutmuş, poşetine koymuş bizi nasıl yendiğini gururla anlatıyor ve resmen kabiliyetsizliğimizi yüzümüze vuruyor. Tabi bendeki matizliği seyredin artık!
Bu olay üç gün sürüyor ve sonunda misafir dönüş vakti geldiğini anlatıyor. Neyse yola çıkıyor, biz de birlikte uğurluyoruz. Tabii bütün gazoz kapaklarım da yanında gidiyor.

Gazoz Kapağından Tablo
 “-Onlardan senin çocukluğunun heykelini yaptıracağım!” diyor.

Birkaç yıldır bu gazoz kapağı oyunu sürüyor ama, misafirin kim olduğunu ben bile bilmiyorum!

O da önemli değil zaten önemli olan, çocukluğunda “es geçmek zorunda kaldığı” şeyleri yeniden yaşamak için gösterdiği çaba takdire şayan.

İş, memuriyet, ticaret, siyaset, al, ver derken kaçımız “içimizdeki çocuğun çığlığını” duyabiliyoruz ki?
İnsanlar içlerindeki çocuğun sesini duyabilselerdi sokaklar bu kadar acımasız, ezilen devletlerin halkları bu kadar zalimce katledilerek işgal edilir miydi, evsiz, aşsız, işsiz insanlar metropollerin gecekondu mahallelerini doldurur muydu, dilenciler, servet avcılarının kurbanları gittikçe artar mıydı, evli kadınlara sarkan jigolo denen türler  bu kadar ürer miydi, evlerinde rahat rahat oturup aylaklıktan sapıtan, çocuklarının boyları kendi boylarını geçmiş orta yaş ve üstü ev kadınları fantezi sapıklıklarına kendilerini bunca kaptırırlar mıydı, fakir oldukları için okumaları engellenen genç nesil çocuk yaşta kızlı- erkekli fuhuş bataklıklarına itilir miydi, sayıları yüz milyonları bulan “açlıktan ölen çocuklar insanlar olur muydu, din kılıfına sokularak kutsallaştırılmış “çocuk gelinlerle evlilikler-pedofili” böylesine yayılır mıydı, kendilerine iş, aş, barış getirsin diye hakların oylarıyla seçtikleri siyasetçileri ve devletlerin ileri gelenleri halklarını soydukları yetmezmiş gibi sömürgeci küresel sermayenin ellerine terk ederler miydi, bu sefil günleri insanlık tecrübe eder miydi?



Ama, işgali yapanların ülkesi de içindeki çocuğu yaşatma mücadelesi verenlerin ülkesi. Ama o sadece biri, bir kişi! Belki bir sembol, belki İngiltere Kraliçesi belki bir başkası her kimse!

Türlü türlü gazoz kapakları
-İçinizdeki çocuğu sevindirmek için sizin de gazoz kapaklarınız, misketiniz var mıydı?

Saygılar!

Keykubat!
Not; Bu hikaye benim gördüğüm düzensiz rüyalardan biriydi!

Hiç yorum yok: